Deli Hüseyin

Sucuk tamam, kaymak da… Turistik kitapçıklara yazılsın, şehrin kütüğüne geçsin lütfen! Afyon’un bir de delisi var. Dostlar başına böyle deli. İnsanlık namına çırpınan bu kültür delisinin, müzik delisinin adı Hüseyin Başkadem.  

Peki, tam bir Don Kişot gibi yaşayan, yel değirmenlerine kılıç sallayan bu inatçı adamın ne zoru var acaba?

Deli Hüseyin, aslında doğduğu şehrin yarınına sahip çıkmaya çalışan -memleketinde 15 yıldır iki festivali sürdüregelen- bir misyoner. Ne olursa olsun, yaptığı iş madalyalık. Müzik âlemindeki sömürge valilerinin nezdinde çağrılmamış bir Musa. O yüzden bildiğimiz tanıdığımız festivalcilerden belirgin farklara sahip. Bir kere bu işi ne para, ne kariyer ne de şöhret için yapıyor. Tek derdi doğup büyüdüğü şehre ve kapalı topluma bir şeyler vermek.

Ne köklü bir okul geleneğinden geliyor, ne zengin çocuğu ne de arkası tarikatlardan, cemaatlerden, hükümetlerden kuvvetli. Bildiğin halk insanı, bir o kadar da dümdüz bir kişilik. Aslında siz neyseniz O da o. Adamına göre dünyanın en iyi ya da en huysuz adamı. Bir de tevazuundan dolayı kaybedenlerden.

Neşeli ve sosyal görüntüsünün altında depresif ve iflah olmaz derecede romantik bir kişilik yatıyor. Sağ ve sol omuzlarında iki farklı karakter var: biri hayalperest, diğeri katı gerçekçi. İkisini buluşturan tek duygu alabildiğine yalnızlık. Deli Hüseyin’de Cumhuriyet’in kuruluş ruhu var; Anadolu insanına iyi müziği ve Batı kültürünü sevdirmeye çalışan telakkinin bugünkü tezahürü.  

***

Afyon Lisesi’nin ardından İTÜ Türk Müziği Konservatuvarı’nı kazanınca İstanbul’a gelmiş, Temel Bilimler’de Ud okumuş. 1992 yılında Cambridge’e gitmiş master ve doktora için. Kısa bir evlilikle sonuçlanan aşk hikâyesi münasebetiyle tahsilini yarıda bırakıp memlekete dönmüş.

2001 yılında başlayan Afyon Caz Festivali öncesinde destek vermesi ve festivale katılması için ilk önce Doğan Hızlan’ı aramıştı. O kadar heyecanlı, o kadar gözü başka bir şeyi görmez haldeydi ki, telefonun diğer ucundaki uykulu hırıltılı ses:

- “Ah be çocuk, saat gece yarısını geçti, farkında değil misin? Yat uyu, yarın gazeteye gelir anlatırsın derdini.”

Ertesi gün Hürriyet’in 11. katına çıkmıştı ilk kez. Burası Doğan Medya’nın yönetim katıydı, öyle “ayak takımının” ayak basacağı alelade bir yer değildi. Doğan Bey, o katta oturan burunları Kaf dağındaki medya baronlarının aksine büyük bir içtenlikle karşıladı bizim deliyi. O da bulduğu moralle tuttu memleketin yolunu.

***

O esnada Kartal Hüseyin Saim Ekim Ortaokulu’nda müzik öğretmeniydi. Öğretmenlik yaptığı yıllarda derslere içinde ince bir yeleğin bulunduğu jilet gibi bir takım elbiseyle, papyon kravatla, asla cilasız göremeyeceğiniz parlak ayakkabılarla girer; İngiltere’de gördüğü lordları kıskandıracak kadar kibar davranırdı. Bir İngiliz soylusu gibi her daim temiz bir görüntü verirdi. Zinhar gösteriş için yapmazdı bunu.

İlk festivali yaz tatilini, yıllık iznini ve aldığı raporları uç uca eklediği bir süre zarfında gerçekleştirmişti. Gerçi bu festivalden önce birkaç konser tecrübesi yaşamıştı, ama bu işin yanında devede kulak tabi. Sponsor bulma işleri, eş dost ya da çıkar ilişkisi olmadan yürümüyor, bulunanlar da diş kovuğunu doldurmuyordu.

Giderleri azaltmak için bilgisayarda fotoşoptan, matbaada baskı işlerine kadar hepsini tek tabanca yapıyordu. Elinden biraz biraz geliyordu hepsi; zamanında bir yıl fotoğraf eğitimi almış bir İfsak sertifikalısıydı. Ses ve kayıt sistemlerinden de az çok çakozluyordu neyse ki; bir yıl da TRT’de çalışmış, set, prodüksiyon, reji gibi şeyler görmüştü.

Çalışacak eleman bulmak bile sorundu memleketinde. Bu tip etkinliklere aşina olmayan bir şehrin insanlarına iş öğretiyordu. İnsan malzemesi konusundaki ihtiyacı tek başına göğüslüyordu. Dakika başı gömlek cebinden çıkardığı defter üzerinde yapmak zorunda olduğu maliyet hesabı, onu tuvalet temizliği ve koli taşımaya kadar sürüklemişti.

Geleni karşılayan da oydu, gideni yolcu eden de; konuklarını yeşil vosvosuyla gezdiren de. Festivallerinin sanat yönetmeni, anası, babası, karısı, kocası; her bi şeyiydi Deli Hüseyin.

***

Küçük yerde sıradan sorunlar bile olduğundan büyük görünüyor, zor çözülüyordu. Her icraat dedikodu üretiyor, kulaktan kulağa yayılıyor, en olmadık anlarda istismar konusu oluyordu.

Şehrin yöneticileri de çok kolay ikna olmadı önce verecekleri izinler konusunda. Ancak zamanla anladılar onu. Yapılan işi de şehirdeki suçun panzehri olarak görmeye başladılar. Oysa Anadolu eşrafı denen kesim aynı görüşte değildi. Onların derdi başkaydı. Ağa gibi davranmayı, idari yöneticilere gereken izinlerin verilmemesi konusunda baskı yapmayı her daim sürdürdüler. Bunların arasında cemaatlerle, tarikatlarla ilişki içinde olan iş adamları vardı. Yapılan faaliyeti ya kıskanıyor ya da yapılan işi kendine endekslemek istiyorlardı:

- “Biz varken ona mı düşermiş bu işler canım!”

Sanki yıllardır onları tutan varmış gibi… Bizim deli de boş durmuyordu. Politika yapmayı, minik ayak oyunları çevirmeyi, beyaz yalanlar atmayı, hatta nahif tehditlerde bulunmayı öğrenmişti, hasımlarından, karşısına dikilen uğursuz bakışlı heriflerden. Neticede hepsinin açıklarını, zaaflarını biliyor; medyada açıklayacağım yollu laflar ediyordu. Onlar da yutuyordu. Baktılar karşılarındaki adam gerçekten deli, önce salonları açtılar konserlere bir bir, ardından da kesenin ağzını. Minik de olsa para yardımında bulundular.

Gözleri akıllı adamların korkmasına yetecek kadar deli bakıyordu. Hatta sonradan öğrenmişti. Odasından çıktıktan sonra Doğan Hızlan sekreterine arkasından yorum yapmıştı:

- “Çıkan çocuğun deli dolu bakışlarına dikkat ettin mi? Çılgınca bir işe kalkışıyor, kesinlikle başaracak.”

***

Festivallerin büyümesi konusundaki en önemli hamle yurtdışından geldi, bir tesadüf eseri. 2005 yılında bir TV kanalından bu festivali izleyen Praglı yetkililer, kardeş festival olma teklifinde bulununca Caz Festivali Avrupa ligine taşındı. Böylece onun uzun süredir Kafka ile akraba olduğunu düşünenlerin şüpheleri doğrulanmış oldu.

Onu en fazla yıpratan şey para pul ilişkileri değildi aslında. Hatta klasik müzik festivalinin yedinci gününde Afyon Kocatepe Üniversitesi’nin gerici öğretim üyeleri tarafından dövülmesini bile dert etmiyordu. Daha ziyade önünü kesmeye uğraşanlar, idealist geçinip kendinden başkasının yaralı parmağına işemeyenler, göremediği vefalar, sırtına saplanan bıçaklar… Bu festivaller onun için tam bir turnusol kâğıdı olmuştu, insan kalitesi konusunda. Artık Neşet Ruacan, Tuna Ötenel, Emin Fındıkoğlu, Kent Mete, Selçuk Sun gibi beyefendi cazcılar kuşağının geri gelmeyeceğini o da öğrenmişti, geç de olsa.

Mamafih işler sağlığına göz dikecek kadar ileri gitti nihayetinde. Felç geçirdi bir ara, sol tarafı tutmadı. Beyin ameliyatı geçirdi. Ama bunlar bile yıldıramadı Deli Hüseyin’i, hepsiyle başa çıkmayı bildi, tıpkı hastalığı yenmesini bildiği gibi.

Yaşı ne olursa olsun, içindeki çocuğu son nefesine kadar yaşatacak nahif bir adam Deli Hüseyin. Size bunu ispatlamak için en büyük hayallerinden birini örnek gösterebilirim.  Memleketinde bir müze açmak, burada teneke oyuncak araba, gramofon iğnesi, taş plak, köstekli saat, gümüş sigara tabakası gibi kalemlerden oluşan zengin koleksiyonunu ücretsiz ve halka açık sergilemek istiyor. Bitmedi yanında bir de dükkânı açmak istiyor, o da ticari amaçlı değil. Bir proje olarak yetmişli yılların bakkalını açmak ve burayı evinde koli koli stokladığı siyah kadın resimli çikletleriyle, önü cam kapaklı arkası teneke bisküvi kutularıyla, sarma tütün, filtresiz sigara, mecmua, deterjan, içinden artist resimleri çıkan çikolatalarla doldurmak istiyor.    

 

Murat Beşer ([email protected])