Bize tüzük değil, Müzük lazım!

O da aralarındaydı, yaş henüz 18…

1987 yılında devletin Kocatepe Camiine otopark yapmak üzere istimlak ettiği arsanın üzerindeki evi işgal etmişler, içinde komün hayatı kurmuşlardı. Sert görünüşlü, ama romantik melankolik çocuklardı. 

Kafasında özgürlük, adalet, barış, kardeşlik gibi fikirler dönse de, hepsinin kıçında başka pireler uçuşuyordu. Bir de yurt dışına gidip, oralara yerleşip yaşamak türünden gençlik rüyaları falan.

Kimileri gitti kaldı, aradığını buldu mutlu oldu. Kimileri önüne ne çıkarsa razı oldu, ama içlerinden bir tanesi 1989 yılında yaptığı Hollanda ve Almanya seferinin daha ilk haftasında anladı oralarda yaşayamayacağını…

Aynı rüyayı gördükleri arkadaşlarının sayısı hayli azalmıştı dönüşte, kendini oldukça yalnız hissediyordu. Bırak işgal evinin şenlikli günlerini, doğru dürüst köşe başında şarap içeceği biri bile kalmamıştı ortalıkta. 

Kendisine toplumun teklif ettiği rolleri, işleri ve çevreyi kabul etmek istemiyordu. Küçükesat semtinde Şölen adında küçücük bir kasetçi dükkânı açtı; arabesk ve fantezi müziği satıyordu, Abdullah Papür, Sincanlı bilmemkim gibi…

Sattıkları ile pek bir alakası yoktu aslını sorarsanız, bu hırpani görüntülü özensiz giyimli genç adamın. Çünkü o ilk kez üst katlarındaki komşu abinin sesi fazlaca açılmış pikabından gelen seslerle tanıdığı rock müziğini seviyordu. Hatta aynı komşu abi eline Deep Purple’ın “Who Do We Think We Are” plağını tutuşturunca, ikinci yüzün açılış parçası “Rat Bat Blue” hayatını değiştirmeye yetmişti. 

***

Ankara’da gece hayatının sahne raconunu Felix topluluğu ile gitarcı Mete Ege, Stay Free, Barlas, Badtime Passengers gibi isimler keserken, o aralık Pizzatek adında bir yer vardı; çevresinde birikmiş kendi gibi uzun saçlılarla çokça takıldıkları. Zülfü Livaneli, Yeni Türkü falan etnik-protest Türkçe müzik çalan bir yerdi burası. Bizimkiler de buldukları her fırsatta ufaktan rock parçalar sıkıştırıyorlardı araya. Kimse sesini çıkarmayınca, hatta bazıları memnuniyetini dile getirdikçe dozu arttırdılar; bir gün bir bakmışlar ki mekânı adım adım rock bara çevirmişler. 

Bu aralara parça sıkıştırmalar çok hoşuna gitmişti bizimkinin; eh, o kabinin başına çökünce de yaptığın işin adına DJ’lik diyorlardı. Tamam, neden olmasın?

Dönemin favori konser mekânı Manhattan dâhil pek çok yerde, elindeki plaklarla DJ’lik yapıyordu artık, ama muzipliği de hiç elden bırakmıyordu. Türk müziğine Türkçeye yüz verilmeyen zamanların kuşağı olarak, şayet barı polis basarsa İbrahim Tatlıses ya da Orhan Gencebay çalıyordu.  

Ankara’da -kıymetini üstünden çok zaman geçince anladığı, hatırladıkça da özlemle iç çektiği- bir roker ortamında geçirmişti gençliğini Metin Solmaz. 

***

Tek maaşla evini çekip çeviren öğretmen bir anne ve çocuğu dört yaşındayken yuvayı terk etmiş firari baba; Artvinli Laz ailenin Konya doğumlu tek çocuğuydu Metin. Bu yüzden içindeki en büyük sevgi ve saygı dilimi anneye aitti, baba eksiğini hiçbir şekilde yaşatmadığı için. 

Siyah önlük günlerinde henüz Ivan Illich okumamış şüphesiz, ama okula duyduğu nefret, onu mütemadiyen itiraz eden bir hüviyete itelemişti. Disipline gelemiyor, önüne konan müfredatı ezberlemek istemiyordu. 

İşte böyle bir ruh ile kendi kendine icat etti müzik yazmayı. İlk iş olarak külüstür bir daktilo aldı, Mustafa Altıoklar’ın dalga geçmesi üzerine bilgisayara terfi etti. 20 yaşın dünyaya açıldığı pencereden, Rock Tarihi yazmaya yeltendi. İngilizcesi yetersizdi, bilgi ihtiyacını yakınındaki insanlara yaptırdığı çevirilerden karşılamaya çalışıyorken, kader Tanıl Bora’yı çıkardı karşısına. 

Gizli gizli yazdığı Rock tarihi tamamlanamadı, ama rüyasında bile görse inanamayacağı bir şey gerçekleşmiş, Tanıl’ın verdiği cesaretle hayranı olduğu Birikim dergisine müzik yazıları vermeye başlamıştı. 

Yazılarını okuyan Suat Bilgi’nin telefonuyla, yeni çıkacak bir müzik dergisi için kendisine yapılan editörlük teklifini kabul etti. Sadece dört sayı sürdü Çalıntı Dergisi macerası. 

Dergicilik işine tövbe ederek bıraktı, ama “kötü” kader ve “kötü” arkadaşlar onu bırakmadı. 

Murat Meriç ve Alper Fidaner ile ODTÜ’de bir panele giderlerken kapıdan çevrildiler, içeri alınmadılar. O sinirle çöktüler bir kafenin pencere kenarındaki masaya üç arkadaş. Bir dergi çıkarmak konusunda yaşanan hararetli bir tartışma esnasında, o esnada -tam da kendinden bahsedilirken- yoldan geçmekte olan Kemal Can’ın da katılımı ve gazıyla el sıkıştılar; Müzük Dergisi ana rahmine düşmüştü. (*)

***

Hem dil, hem de müzikal tercihleri açısından anlaşılabilir bir dergi yapmaya çalışıyorlardı. 

Hafif bir snopluk, yarım nüktedanlık, ayarı yerinde bir argo, azıcık da ahkâm bulaşmış bir üsluba sahip derginin birinci mottosu -Ulaş Özdemir tarafından önerilen- “hayatta oldum ki ben şuna kani, musiki oluyor tahsile mani”, diğeri ise arkadaşı Cüneyt Cebenoyan’ın -Siyah Beyaz gazetesinde birlikte çalıştıkları esnada, Guardian’da okuduğu eksantriklik hakkındaki bir makalede rastladığı ya da- Leonard Cohen’den devşirdiği “çatlaklar kutsaldır, çünkü ışığı içeri sızdırırlar” idi. 

Şimdilerden bakıldığında “gerek profesyonel olmayan sayfa düzeni gerekse amatör ruhuyla- oldukça basit ve sıradan bir dergi gibi görünse de, oldukça ilham verici ve kışkırtıcı bir dergi olduğu söylenebilir. Sadece -henüz herkesin ağzına sakız olmadan önce- Almanya’da yaşarken ulaşarak yaptıkları Neşet Ertaş röportajı bile ne kadar anlamlı bir işti.

Çok iyi tepkiler alıyorlardı, örneğin Murathan Mungan dergiyi çok sevmiş, ama adına gıcık kapmış, hemen bir faks çekmişti; hem öven hem fırçalayan. 

Her bir sayıyı 2.000 adet basıp tüketiyorlardı; görünürde pes etmeleri için de hiçbir sorun yoktu, üstelik altı sayı da geride kalmıştı ama muhasebe işlerini çekip çevirmek için yanlarına aldıkları “uyanık” bir zatın keleğine gelince kapatmak zorunda kaldılar. Batmışlardı ve bunda yapamadıkları tahsilatların da payı büyüktü. 

Tüm bunlar olup biterken dört ayrı üniversiteye girip çıkmıştı Metin; derdi okumak değil askerliği ötelemek, hatta bir yolunu bulup yırtmaktı. 

Kendisiyle Müzük Dergisi hakkında Cumhuriyet Gazetesine söyleşi yapmaya gelen Ece Temelkuran ile 1,5 yıl evli kaldı; birlikte İstanbul’a yerleşmelerinin ardından kısa bir süre sonra ayrıldılar.  

İki yıl Cumhuriyet’in müzik sayfalarında yazdı. Türkçe müziği hiçe sayan o uslanmaz çocuk gitmiş, artık tüm yazılarına bu topraklardan bakıldığı hissini öne çıkaran bir hava dâhil olmuştu. 

O yüzden –tüm hata, tashih ve eksiklerine rağmen- o sıkıcı akademik incelemelerden ya da memur zihniyetli arşiv taramalarından çok farklıdır yazdığı “Rock Dünyasında Kenardaki Milyonerler”, “Türkiye’de Pop Müzik” ve “Rock Sözlüğü” kitapları. 

***

İçi iyilikle oluşmuş, dışı karışım ve tezatlarla örülmüş bir kalbin sahibi Metin; kaygısızlığa bandırılmış bir ciddiyetin, sadelikle örtülmüş bir hareketliliğin, miskinlikle dengelenmiş gezginliğin, tepkiye dayalı muhalefet duygusuyla bezenmiş bir seçiciliğin, sevecen 

şüpheciliğin, topa gelişine vuran bir zekânın uzun sıska bedende gizlendiği eğlenceli bir karakter.   

Hatasıyla sevabıyla Murat Belge’yi sever, Sırrı Süreyya Önder’e arka çıkar, Yunanistan’da iktidara gelen Syriza’dan heyecanlanır. Sevdası ne yana düşerse düşer mühim değil, biz biliriz ki Metin aslında hep umudu sever, hep umutlu olmayı sever.  

14 yaşında başladığı sigarayı, artık bir Bektaşi gibi akşamdan akşama içiyor. Et yemiyor ama -eğer yanında limonlu roka varsa-rakı balığa hayır demiyor, Salinger okumaya Lou Reed, David Bowie, Grateful Dead dinlemeye devam ediyor, şehir trafiğinde motosiklet kullansa da dergicilik zamanında satmak zorunda kaldığı kırmızı vosvosunu özlüyor, CD satın almıyor, futbol takımı tutmuyor, ısrar ederlerse Gençlerbirliği diyor. 

O şimdi bir müteşebbis, yayıncılık yapıyor, ekmeğini sosyal medyadan çıkarıyor. Eşi ve iki çocuğu ile Güney’de yaşıyor; en çok onları seviyor, ama Frank Zappa’yı ve canı gibi sevdiği annesi İfakat Hanımı gönlünde ayrı bir yere koyuyor. (**)

--------------------------------------------------------------------------------

(*)Murat Meriç ile tanışmaları Radyo Arkadaş günlerine rastlıyor. “Zapatistalardan Neşet Ertaş’a” karman çorman programlar yapar, program boyu içer, bitiminde ya Ankara’yı gören yamaçlardan birine ya da kaleye giderek mevzuya devam eder, ekseriyetle de günü Metin’in evinde annesini yemekleri eşliğinde Bob Dylan, Victor Jara, Tanju Okan ve olmazsa olmaz Neşet Ertaş dinleyerek sonlandırırlardı.

(**) Bu makaleye, Metin Solmaz ile ortak muhasebecimiz -aslında öncelikle değerli büyüğümüz, kadim dostumuz- Naim Dilmener’in Beyazıt’taki ofisinde, The Clash’in Ankara doğumlu solisti Joe Strummer’ı gösteren siyah tişörtlerle pişti olunca niyetlenmiştim.   

Murat Beşer ([email protected])