Atlantis Tansel

Kadıköy’de Atlantis deyince herkesin aklına Akmar Pasajı ve Apaçi Ayhan ile özdeşleşmiş 15 numaralı dükkân gelir. Oysa evvelden başka bir Atlantis vardı, seksenli doksanlı yılların rock tayfasının favori kayıt ve prova mekânı Stüdyo Atlantis.

Burası Akbaba topluluğunun karargâhı. Yeri güzel olsa da, birkaç kattan oluşan bina metruk. Prova yeri ise en beter karakolların nezarethanelerinden beter. İzbe, karanlık, alabildiğine rutubetli bir bodrum. Tepede morg ışığına benzer bir ampul ve altında güçlükle seçilebilen yamalı davullar, hoşaf olmuş bir trampet, sağır amfiler…

Üst katta ise -ilk ve tek albümlerinin yapımcısı- Tuncay Özkınay’ın bir kabul odası var. Kırık dökük bir masa, koltuklar, ortadaki sehpanın üzerinde de köpek öldürenin ekşittiği mideleri yatıştırmak için söylenmiş Kastamonu pidesi paketleri. Üç aşağı beş yukarı tipler hep aynı, iyice kıraathane olarak bellemişler. Uyuşuk, miskin, bezgin ya da tersi bir şeyler yapmak için tutuşan ateşli rokerler. Hepsinin ortak mesaisi öncelikli olarak goygoy, ama Volvox provaya geldiği zaman akan sular duruyor. Bütün gün kendini yayan o herifçioğulları, kıçlarına neft yağı sürülmüş gibi Hurra! Aşağı koşturuyorlar, kızları izleyecekler!  

Ancak iki Atlantis arasında herhangi bir bağın olmadığını zannetmeyin. Stüdyo Atlantis, kendinden daha sonra açılan Atlantis Müzik’in isim babası, ilham kaynağı ve Tansel’in (Tetik) Kadıköy yakasındaki ilk barınağı.

Seksenlerin ikinci yarısında Beyazıt’tan Kadıköy’e göçen müzik tezgahları familyasından Tansel. Stüdyo Atlantis’e işte o günlerde dadanmış, müstakbel yenge Selda ile. Tezgâhı kapadıktan sonra el ele tutuştukları gibi soluğu Bahariye’deki bu makara merkezinde alıyorlardı. Bir yandan biralarını içerken, öte yandan provalara gelen en taze rakçıları izliyorlardı. Grupie misali, geceleri partiliyor, rock’n roll hayatı yaşıyorlardı.

Burası artık hayatlarının o kadar vazgeçilmez yerlerinden biri ve unutulmaz hatıralarının ev sahibi olmuştu ki, Akmar Pasajı’na açtığı dükkânın adını hiç düşünmeden Atlantis Müzik koydu. Hatta bu stüdyonun sahibi olan Aykut’a da işlerinin muhasebesini verdi.

Bir oyun, hobi ve yaşam tarzı arayışı olarak başlayıp ticarete dönüşen müzik işinde sürekli aklıyla duyguları arasında seyrüsefer yaparak yol almış Tansel. Ticaretin gereklerini yerine getirmekten geri kalmazken, yaptığı işten de maksimum zevk almanın yollarını gözlemiş hep. En iyi dostlarını arkadaşlarını müzik muhabbeti yaparken bulmuş, yolunu birleştireceği hayat arkadaşını bile -aynı okulda okuyor olmalarına rağmen- tezgâhın başında kendisine Queen’in “A Night At The Opera” albümünü kasete çekme bahanesiyle tanımış.

Baba usta tornacı; Almanya’ya 60’lı yıllarda giden ilk gurbetçilerden. 1977 yılında kesin dönüş yaptığında ise, birileri halen gidiyormuş. Almanya’nın en iyi fabrikalarında çalışmış, diğer memleketlilerine göre hayli iyi maaşlar almış, ama çocuklarının iki kültür arasında sıkışarak kimlik bunalımına düşmesini istememiş.

İlkokul birinci sınıfı doğduğu yerde, Jagermeister’ın memleketi -aşağı Saksonya eyaletinde küçük şirin bir yer olan- Wolfenbuttel’de okumuş Tansel. İkinci sınıfa da burada Bakırköy’de devam etmiş. Ortalama bir öğrenci olarak kalmış, çünkü sudan çıkmış balık gibi epey bir bocalamış önce, buralara alışmaya çalışmış. Almanca iyi, Türkçe kırık. Tam buralı oluyorum derken Michael Jackson’ın “Thriller” albümü çıkmış, bizimkinin kafası yine karışmış.

Arada bir uzaklardan gelen bir teyze oğlu var; ondan plaklar istenmiş, yanında fazladan Bob Marley’ler de gelmiş. Hiç alabilirler mi artık o çocuğu salondaki koca Nordmende müzik dolabının başından. İzzet Öz’ü sevmemiş ama Yavuz Aydar kahramanı, Polis Radyosu can simidi olmuş. Oradan dinlediklerini hatmedince liseden bir arkadaşının abisinin plaklarına dadanmış: Manfred Mann, Kiss, Iron Maiden, ne arasan var. Popçu çocuk durup dururken rakçı kesilmiş, bir de modaya kapılmış yeni çıktı diye metalci olmuş. 

Kendini derin tesir altında bırakan olaylar zincirine iki halka da Makine Bölümü’nde okurken ekleniyor. Sınıfın siyah tişörtlü tek öğrencisi bu. Okula girdiği yıl bir Kramp konseri oluyor oditoryum’da. Sahne konuğu Deep Purple Ahmet, iki parça için. İlk kez en önden izlediği, headbang yaptığı bu rock konseri onun hayatındaki bazı kararları almasında etkili oluyor. 

Bir de Üniversitelerarası Müzik Yarışması var, Yıldız Üniversitesi’nde yapılıyor. 1993 yılının Nisan ayı. Akbaba da yarışma sonrasının ana konser topluluğu, ilk defa rock ile senfonik müziği buluşturacaklar, kalabalık bir yaylılar topluluğu ile sahne alacaklar. Bunlar da Akbaba’nın varlığından cesaret alıp, bir parça kaydedip gönderiyorlar: Bob Dylan’ın “Knockin’ on Heaven’s Door” şarkısı, ama Guns’n Roses düzenlemesi versiyonu tabi, gençler ya!

Solistleri sağlam, Pelin adında deli dolu bir kız (ki birkaç yıl sonra EMI’dan albüm yapacak)

Elemeleri rahat geçiyorlar, çünkü düzenleme ve kayıtlar Akbaba gitarcısı Serhat Çiftdal tarafından Stüdyo Atlantis’te yapılmış. Pelin kendini göstermeyi beceriyor, “En İyi Kız Vokali” dalında birinci oluyorlar. Bu saçlarını ilk kez uzatmış Tansel’in -bir süre aldığı dersler sonrası- elindeki gitarıyla ilk ve son sahne deneyimi oluyor.

Öğrencilik günlerinde “nereden buluruz bu müzikleri diye” mahalleden arkadaşı Kevork ile Beyazıt yollarına düşer olmuş her hafta sonu. Çınaraltı’nın havasını solumaya, köfte ekmeğini yemeğe, plaklarını kasetlerini toplamaya, orada cins cins tipler tanımaya başlamış. Aslında cins dediği adamlara da içten içe özenmiyor da değilmiş. Hele bir Cenk ve dal gibi bir kız arkadaşı var ki! Yaşam tarzı, giyim şekli falan çok havalıymış. Çocuk bir de bi grupta davul çalıyormuş, Pentagram mı ne!

Sonra o Zihni denen adam, ne güzel plaklar buluyormuş hınzır. Bir de en güzel yeri kapmış ki, sorma gitsin. Kitapçılar Çarşısı kapısının tam sağına kurulmuş. Sonra bu Apaçi Ayhan gibi tipler varmış; her şeyi biliyormuş herifler.

Tamam, kafaya koymuş, o da tezgâh açacak, ama nasıl? Ne arşiv var, ne bir şey, sadece kırık dökük birkaç plak ve çekme kaset. Bir de ortaokuldayken babasına bir akrabanın permisiyle aldırdığı bir Technics marka teyp var, ama neye yarar ki!

Aksilik bu ya, babasının da durumu iyi değil o sıralar, Almanya’da biriktirdiği sermaye ile kurduğu iş batmış. Zar zor 20 kasetlik para koparmış, onları teyze oğlunun getirdiği hızlı kayıt yapan çift kasetli teypte doldurmuş: Led Zeppelin, Deep Purple, Queen, Rainbow, Barış Manço falan... İlk gün 5-6 tane satmayı becermiş, dev çınar ağacının üniversiteye bakan tarafının dibinde.

Para konusunda olmasa da bu işi sürdürebileceği konusunda ışığı görmüş. Hem zaten manevi haz daha önemli değil mi şimdilik? O özendiği insanların arasında bulunmak bile bir ayrıcalık. Kendini seçilmişler kulübüne kabul edilmiş gibi hissetmiş bir an.

***

Neredeyse her gün Galip Dede yokuşundaydı artık, şarapçı Nazım’dan, Şuayip’ten plaklar alıyordu. Her hafta sattığı kasetin parasından daha fazlasını buraya yatırıyordu, arşiv belasına. Geceleri de sabaha kadar kayıt yapıyordu, işler yoğunlaşınca. Kendinden birkaç yaş küçük kardeşi Tağmaç’ı göndermeye başlamış Beyazıt’a sabahın köründe yer kapsın diye. Yerler öyle tapulu falan değil, erken giden kuruluyor.

Zamanla Beyazıt ufaktan bozulmaya başlamış, adeta bir tornavidadan matkaba tamir malzemeleri satan bir Polonya pazarına dönüşmüştü. Yaşlı Selahattin geldi, tecrübe konuştu:

- “Kadıköy’e gidin gençler, burada bi numara kalmadı.”

Tansel hayatında ilk kez yaşadığı şehrin diğer yakasına geçtiği gün Allaha Şükür “Blues” Metin’e rastladı. Gözü bir yerlerden ısırıyordu aslında bu sevimli adamı.

- “Tamam, hatırladım. Bizim semtte gördüm, Eloy Cafe’de. Orası da ne mekândı be abi! Duvarlarda süper resimler, içinde lambalar yanan kurukafalar, onları da birileri mezarlıktan çalmış, dediklerine göre.” Hemencik yanına tezgâh açıverdi, ama nezaketen izin almayı ihmal etmedi.

Diğer yanında da Bora (namı diğer Boris), Kadıköy İş Merkezi’nin kapısının tam karşısına kurulmuşlardı. Burada sokak tezgâhlarında bu işin raconunu kesmeyi gördü; kültürünü, adabını, kardeşliğini, paylaşımını daha iyi öğrendi. Her Cumartesi Pazar birlik-beraberlik-dayanışma içinde geçti 1990 ile 1993 arası.

Tezgâh muhabbeti o kadar bağımlılık yapıcıydı ki, dükkâncı olduktan sonra bile bir süre vazgeçemedi oradan. Arada mola veriyorlardı Akmar’ın rutubetli karanlığında, çay içiyorlardı. Oradaki esnafla da ahbap-çavuş olmuşlardı. Bir gün Laterna Bülent geldi, dükkânı devretmek istiyordu.

- “Gazeteye ilan vereceğim, ama önce size haber vermiş olayım.”

O esnada Teşvikiye Camii önünde Zihni ile takılan Ferruh, muhabbete kulak misafiri olmuş, haberi uçurmuştu. Allaha Şükür “Blues” Metin’in ortaklık konusunda geçirdiği kısa tereddüt, Tansel’in dükkâncı olması için biraz daha beklemesine neden oldu. Zihni ve Tansel: ikisi de GS’liydi, ama maçı Zihni daha çok istemişti. 

Kadıköy ona her açıdan şans getirmiş, aradığı fırsat altı ay sonra arka çıkışa doğru iki sonraki dükkân için doğmuştu. Zihni’nin iki yanında toptan akvaryum yemi satan bir dükkân vardı, tahliye haberi geldi. Bu sefer kaçmazdı, Atlantis artık bir dükkândı.

(Devam edecek…)

[email protected]