Ali Ece Bandosu

Dükkândan içeri girdi, cam gibi parlayan, fıldır fıldır dönen kocaman ışıklı gözlerini üzerimden ayırmadan yürüdü, heyecanla sordu:

- Sen Stüdyo İmge dergisindeki “Punk Kozasından New-Wave Kelebeğine”, “Brian Eno”, “Electronic” yazılarını yazan o abi değil misin?

“Evet” diye onaylayınca cevaben adını bile söylemeyi unuttu, ama bir çırpıda neredeyse hayatını anlattı. Yanı sıra ailesinin evindeki küçücük odanın duvarlarını kaplayan Siouxsie & The Banshees, Stone Roses, Bernard Butler’lı Suede posterlerini, ölümüne hayranlık beslediği George Best, Cantona, solcu-maocu Breitner, Sarı Fare Cruyff, Dalglish ve Ian Rush gibi futbolcuların resimlerini. O kadar tutkuluydu ki, İspanya’nın ikinci liginden herhangi bir takımın 11’ini bile sayıyordu ezberinden.

Ben henüz yeni bir işe, o vakte kadar nadiren ayak bastığım Kadıköy yakasına, bölgenin muhtelif uzaklıktaki yerlerinden buraya birikmiş -indie’yi, new-wave’i, grunge’ı, heavy-metali ve elektronik müziği harman etmiş- yeni müzik meraklısı bir kuşağa alışmaya çalışıyordum.

O ise etrafındakilerden belirgin olarak daha heyecanlı görünen; akrebin yanında yelkovan gibi kalan hızlı hareketleriyle biraz sakar, ince, uzun boylu, hayli esmer, son derece acar bir tipti. Sadece çok konuşmuyor, neredeyse avaz avaz bağırır gibi de yüksek çıkıyordu sesi.

Saatler sonra dükkândan ayrılırken, kapının ağzından seslendi:

- Abi, senin o Stüdyo İmge yazıların benim odamın duvarlarında asılı…

Akmar Pasajı’nın 13 numarasında, Zihni Müzik’te böyle tanıştım Ali Ece ile.

***

Dükkânda kara kaplı, kalın mı kalın bir defterimiz vardı. İçinde de gele gide, sohbet ede ede müşterilik ile arkadaşlık arasındaki çizgiyi gözle seçilemeyecek derecede inceltmiş insanlara ait birer sayfa bulunurdu. Ne için olacak, tabii ki veresiye hesaplarını tutmak için.

Hesabı kabarık olanlardan biriydi Ali. Büyük umutlarla bıkıp usanmadan at yarışı oynardı, bir gün iyi para kazanmış, koştura koştura geldi, kan ter içinde girdi içeri:

- Murat abi defteri çıkar, tüm borcumu sil; ayrıca bana ayırdığın o dört Echo & The Bunnymen CD’sini de peşin alıyorum.

Ama en çok kasete meraklıydı, biraz da parasızlıktan. Ayrıca ne de olsa o formatla büyüyen bir kuşağın mensubuydu. Ona Jesus & Mary Chain’in “Psychocandy” albümünü çektiğimde iki kez walkmeninin pilini değiştirmiş; ama sorun bu değildi ki, Ali ilk kez feedback’lerin müziğe dâhil edildiği seslerle tanışıyordu. (*)

O meşhur muzlu plağı, Velvet Underground & Nico’yu kasete çektiğimde, Nico’yu Yunan bir herif sanmıştı, eh sesi de ziyadesiyle kalındı zaten!

Savunduğu şeylere gerçekten değer veriyor, cansiperane savunuyordu Ali. Ateşli ateşli konuşuyor, inançla anlatıyor; el-kol hareketleriyle kelimelerine destek oluyordu. Kimilerine göre en büyük kusuru durmayan çenesi, onun da müsebbibi çocukken kekeme oluşu.

***

Babaanne Kağızmanlı, tıpkı Bob Dylan’ınki gibi; ayrıca Belkıs Akkale hayranı. Ne tesadüf Brian Eno’da hayrandı o şarkıcı kadına; bir röportajında söylemiş.

Yugoslavya ve Tito sempatisi ise aslen anneannesinin Balkan göçmeni olmasından, anlattığı o güzel anılarından kaynaklanıyordu. Galatasaray’da Kamu Yönetimi okuduktan sonra bitirme tezini konusunu Yugoslavya’nın dağılmasına ayırmıştı. Zaten ne vakit FIFA oynasa, takıma Sırp, Hırvat ve Slav -yani eski Yugoslav- futbolcularını doldururdu.

Sadece babaanne değil, dededen yana da şanslıymış Ali. Kimin torununa Zico’dan George Best’ten Ahmet Hamdi Tanpınar’dan bahseden, altmışlı yılların rock topluluklarını dinleten bir dedesi var ki? Eski Beşiktaşlı yönetici Mehmet Ece’nin plakları kurtarmış hayatını Ali’nin belki de; ilk defa Rolling Stones’un “Satisfaction”ına eşlik ederken dili çözülmüş. 

Öğrenciliğinin sert ve keyifsiz yıllarındaki, tek eğlencesi futbol olmuş. Tabii Saint Joseph’in -Alex Ferguson’a ikizi gibi benzeyen- Fransız müdür yardımcısı Frere Robert’ın toplarını kesmediği zamanlarda.

Çekilmiş ilk fotoğraflarında bile hep futbol topu var elinde, ayağında, yanı başında. Ne vakit ortadan kaybolsa, ev ahalisi meraklanmıyordu artık; çünkü nerede ne yaptığını çok iyi biliyorlardı. Hemen Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesinin top sahası olarak kullanılan arsasından alıp geliyorlar çocukcağızı, orada “yatan” abileriyle top oynarken. Bu anlar Ali’nin dışarıdaki “normal” çoğunluğa ait olmadığının tarihine geçmiş belki de ilk kayıtlarıydı.   

Fenerbahçe’de basket, Galatasaray’da okurken futbol oynadı. Seyrettiği Avrupa liglerine özenerek sert oynuyor, sürekli faul yapıyor, kart görüyordu. Aslında neden futbolcu olamadığı konusunda işin aslını soruyorsanız, özel bir yeteneği yoktu.

Allah akıl fikir versin versin! 19 yaşında, Euro 96’nın Danimarkalı Laudrup kardeşlere benzetilmelerinden gaza gelip, abi-kardeş gecenin bi yarısında yaptıkları maçta kolunu kırmıştı. Peki, uslandı mı?

Ne gezer… Halen ne vakit top oynayan birilerini görse dayanamıyor, topa dalıyor işe geç kalıyor; Vizontele’nin karşısında göbek atan birini görünce dayanamayan Deli Emin’i ya da Meraklı Köfteci adlı Kemal Sunal filminin karakteri saf Zühtü gibi...

***

1999 yılında Avrupa Şampiyonası için Bursa’da oynanan Türkiye-İrlanda Play-Off maçı bittiğinde, Mustafa Denizli -kim hatırlamaz ki- “içimizdeki İrlandalılar” lafını etmişti. Aslında kastettiği kişi Hıncal Uluç idi, ama bu Ali’nin annesini ikna etmeye yetmemişti. Bursa dönüşü eve girer girmez sordu:

- Evladım, bu Mustafa Denizli seni nereden tanıyor? 

Ne yapsın kadıncağız? Çünkü yıllardan beri İrlanda takımının posteri ve bir de forması asılıydı haylaz oğlunun odasının duvarında.

Üniversite arifesinde dershaneye yazdırıyorlar Ali’yi. Erol Altaca, Beşiktaş stadına 200 metre uzaklıkta. Hiç derse girer mi bu herif orada?

Aklı hep futbolda, futbolcuda… Futbolu gelişkin neredeyse her ülkeden tuttuğu bir takım var. Örneğin İngiltere’de Liverpool. Bu takıma çocukken sevdalanmış; liman işçileri ve İrlandalı göçmenler yüzünden, bir de Beatles falan. Bu gönül işinde hep ezilen şehirler, işçi kasabaları ya isyankâr ruhlar etmen; Almanya’dan Mönchengladbach, İskoçya'dan Celtic… Say baba say, hiç bitmiyor ki. Zira Ali’nin bir takıma gönül vermeden ya da taraf olmadan herhangi bir ülke ligini takip etmesi, maç izleyebilmesi ne kabil!

Lucescu’nun tercümanlığı işi var bir de, direkten dönen. Zeki adam, yapılan ön görüşmede bizimkine “Nouma sahada kavga çıkarsa ne yaparsın?” diye sorunca bizimki dayanamamış: “direk girerim karşısındakine” deyince görüşme oracıkta bitmiş.

***

Gel zaman git zaman bir başka hayalini gerçekleştirmekten kendini alıkoyamadı Ali; tuhaf bir rock topluluğu kurdu, şöyle örnek aldıkları Baba Zula gibi otantik yerel havalarla saykodelik müziği buluşturan cinsten. Adı da bir Ece Ayhan şiiri…

Profesyonel müzisyenliği, virtüöz çalgıcılığı reddeden içten patlamalı Dinar Bandosu’nun ilk albümü İTÜ Maçka Stüdyolarında kaydedildi. Hiç paraları yoktu, o yüzden kimse yanaşmıyordu bu kayıtları yapmaya. Çok az bir zaman bile yeterliydi oysa onlara, her şeyi bir arada ve tek celsede bitirmek istiyorlardı. Sonunda orada doktorasını yapan ses mühendisi Aziz Berk aradı, bir akşamüzeri: “Deniz Seki 12 saat stüdyoyu kiraladı, parasını da ödedi, ama gelemiyor. Bu gece toparlanın gelin”.  Hemen doluştular küçücük yere, ama Deli Asaf uyudu kaldı, sabah ezanıyla birlikte uyandı, ney çalmaya başladı. Albümün son parçasındaki solo odur.

Toplulukça kurdukları Kadıköy’deki iki buçuk yıl ayakta kalan Frekans stüdyosu, ihtiyaç duyan herkese kapıları açıktı, ah bi de su basmasaydı!

“Aya da Gidelim Osman” albümünün iki şarkısında sağolsunlar -kısa bir süre yanlarında kalan- Gogol Bordello elemanları gitarcı Oren Kaplan ile solist Augene Hütz çaldı, söyledi…

Oren de en az onlar kadar çatlak, az kalsın boğuluyordu. Bir türlü laf dinletemediler, Anadolu Hisarının akıntılı bir yerinden denize gireceğim diye tutturdu. Neyse ki, Deli Asaf önceden herifi taşıyan araba lastiğine ip bağlamıştı. Son anda çekerek hayatını kurtardı, debelene debelene sürüklenen herifin.

Son dönemde (daha sonra Mekruh adlı toplulukta çalan) Deniz diye bir çocuk almışlardı gruba, gitarcı olarak. Genç anarşistti, 1 Mayıs’ta McDonalds’ı patlattıkları gerekçesiyle içeri alınmıştı. Onu kodeste ziyaret ettiğinde, Aziz Yıldırım’ı görmeye gitti sanmışlardı Ali’yi.  

***

Bir ara -yandaşlığın yapılmadığı- Akşam gazetesi için çalıştı. Yapı Kredi Yayınları’nda editörlük yaptı, Enis Batur’un genel yayın yönetmeni olduğu zamanlarda. 2002 Dünya Kupası gelip çatmıştı, 20 gün ücretsiz izin istedi amirinden. “Ben de yanıma adam arıyordum, maçları izlemek için” deyince Enis Bey, toplantı odasını holigan kıraathanesine çevirdiler. İlk günlerde mırın kırın eden kat-kravat bankacılar da dayanamayıp katılmıştı onlara.  

Futbolla müziği totemler kapsamında da buluşturmuştu Ali; 1996 yılında Türkiye-Hırvatistan maçı boyunca The Smiths’in “Barbarism Begins At Home” şarkısını dinlemiş, çevire çevire; son parçada kaset sardığı anda gölü yediğimiz için uğursuzluğuna inanarak önce kaseti kırıyor, sonra -hani maç yaparken kırdığı- alçılı elini indirerek televizyonu.

Altılı tutturmak için de “Atla Gel Şaban” filminin minibüs sahnesinde “Şiki Şiki Baba” şarkısıyla transa geçildiği üzere, mütemadiyen Cahit Berkay’ın “Alageyik” yorumunu dinliyormuş. Çünkü ilk kez tutturduğunda o çalıyormuş odasında.

Beşiktaş’ın şampiyon olduğu 2009 yılında ligin son maçını Ian Brown’ın “Just Like You” şarkısını dinleyerek izlediği için, Lig Radyo’da hazırladığı Total Futbol programına jenerik yapıyor bunu.  

F dergisinde yazdı iki yıl. O kadar çok yazıyordu ki, Asaf Zeki Yüksel, Ali Asaf Sarıca gibi mahlaslar kullanıyordu. Four Four Two adlı dergide yardımcı editörlük yaptı, yıldızı parladı. İşte o vakitler adı çıktı Ali Ece’ye. Adı ile soyadı sanki bitişmiş, tek bir hece haline gelmişti, o artık Ali değil, Ali Ece idi.

***

Ama bir zamanlar burada gitar çalan Ali Ece ile televizyonun kafası bandanalı deli dolu futbol yorumcusu Ali Ece’nin aynı herif olduğunu söylemeye hiçte bin şahit lazım değil.

Aradaki rastlaşma ve telefonlaşmaları saymazsak, yıllar sonra yeniden buluştuk. Kafada kırmızı Altınordu kasketi, üzerinde siyah Arctic Monkeys tişörtü, altında kısa yazlıkçı pantolonu ve parmak arası terlik ile çıkageldi. Masanın üstünde Şener Şen resimli çakmağı, üzerinde deve resmi bulunan sigarası, gümbür gümbür sesiyle sohbet ettik. Guinness içtik tabii, öğlen öğlen, İrlandalıyız Ya!

Cüzdanında dört resim taşıyor; biri eşi tabi, ikisi eski Beşiktaşlı futbolcular Kuntz ve Johnsen. Son resim ise Ali’yi en iyi anlatan şey; Beşiktaş Çarşı’dan tanıdığı -her kavgayı kısacık boyuna aldırmadan ayırmaya çalışan- iyi kalpli tribün insanı rahmetli Ufuk Abi. 

Hemen sordum, Vespa’sı (maalesef Rangers mavisi!), yüzden fazla futbol forması, bir o kadar müzik tişörtü, beş binin üzerinde kitabı, ikisi bas olmak üzere beş gitarı, bir Doğu Alman yapımı Vermona orgu, külüstür bir Moog Microkorg’u, bir elektronik davulu, birkaç mızıkası ve İrlanda flütü; hepsi duruyormuş.

Beni üzmek istemiyordu, ama kendisi daha çok üzülüyordu. Ama -benim çok sevdiğim- o gitar yokmuş artık. (**)

Artık eskisi gibi otobüse, metrobüse falan binmiyormuş, ama parayı bulduğu için falan değil. Öncelikle kendisine sürekli maç bahsi-iddaa tüyosu soranlara “Bahisten para kazanmanın en iyi yolu hiç bahis oynamamak” cevabını vermekten sıkıldığından; sonra niye binsin ki, çalıştığı kanal onu evinin kapısından araçla alıp, yine aynı yere bırakıyormuş. Kaldı ki ortada bulunmuş bir para da yok zaten, zira halen doğduğu büyüdüğü mahallede artık olmayan tren yolunun karşısında kiralık evde oturuyormuş. Ayrıca olsa da araba falan almaya hiç niyetli değil.

“Şabanoğlu Şaban”ı, “Korkusuz Korkak”ı, “Atla Gel Şaban”ı, hele hele tuluat sanatının en iyi örneği olarak gördüğü “Tosun Paşa”yı yüzlerce kez izlemiş olmasına karşın, ne zaman denk gelse, halen ekrana yapışıveriyormuş.

Eskiden olduğu gibi yeniden kaset toplamaya başlamış, anneannesinin vefatının ardından. Kadıköy’den bir tamirciden 72 model bir Pioneer kasetçalar almış 100 papele, kapağı kırık.

(*) Sonradan o kadar sevdi ki, bu sesler Dinar Bandosu müziğinin vazgeçilmez öğelerinden biri haline geldi.

(**) Japon yapımı cayır cayır kırmızı bir Fender Jazzmaster, Tom Verlaine’nin çaldığı gibi, Television günlerinde.  O zamanlar çok popüler değillerdi, Kurt Cobain ölünce kıymete bindiler, fiyatları arttı. Yarısını at yarışından kazandığı parayla peşin, diğer yarısını dört taksite almıştı. Birlikte çok mutlu günleri geçirmiş, hatta sarılarak uyuduğu olmuş. Bir üst modelini almak için satmış, ama daha ertesi gün pişmanlık duymuş. O gün bu gün yeni modellere gıcık. Her haliyle ilham verici bir gitardı, istediğiniz her tür anlamı, manevi değeri üstüne istediğiniz gibi yükleyebileceğiniz cinsten. Neyse…

Murat Beşer ([email protected])