Sağlıksız beslenme arabeski

Sevgili Nevzat Evrim’in son yazısı bizim evde tartışma konusu oldu. Biz ne biçim komünisttik ki kendimizi bu modaya kaptırmıştık? İşçi sınıfı ideolojisinin yerine sağlıklı beslenme ideolojisini nasıl koymuştuk filan. Tam da aynı gün Kastamonu’dan sipariş ettiğimiz siyez unu ve bulguru kapıya dayanmaz mı? Hadi bakalım çık işin içinden, n’apalım bu kadar unu dökelim mi şimdi sevgili Nevzat Evrim?

Bu işlere bizim evde eşim Cem Taylan bakıyor. Kendisi de tıp doktoru olup paralar dökerek gittiği beslenme kurslarından öğrendiklerini, kütüphaneye doldurduğu kitaplardan okuduklarıyla harmanlayıp bizi besliyor. Dondurma yapıyor, yok efendim benim sevdiğim fıstık ezmesini yapıyor; kefiri yoğurdu hiç saymıyorum bile onlar artık sıradan günlük besinlerimiz. Ben de nasıl olsa beni uğraştırmıyor diye başlarda ses etmiyordum ama yavaş yavaş ondan duyduklarımı komşulara satarken yakaladım kendimi. Başta ayak diredim ama evden yavaş yavaş eksilen çikolatayı, gofreti, çokoprensi artık ben de aramamaya başladım. Spor yapmam ama bu kesin, prensibim değil.

Nevzat’ın yazısını okuyunca bizimkine ne diyorsun diye sordum? Anlattıkları aşağıdadır:

“Nevzat’ın haklı olduğu yönler var elbette. Herhangi bir durum zaten içinde yaşadığımız kapitalist üretim biçimi tarafından belirleniyor ve esas olan kapitalizmi yıkmak eyvallah, ama Nevzat’ın yazısında karışılmamasını istediği kahve, bira ve pizza tüketim keyfini de tam olarak kapitalizm belirlemiyor mu? Ne yapalım yani, Che resimli Swatch marka saatler yapıldı diye “Che de kendini bozdu” mu diyelim?

Burada mesele aldığımız pozisyon; insanlığımızın yeniden üreticisi miyiz yoksa yeni bir kapitalist sektörün tüketicisi mi? Bize insanın iyice uzaklaştığı ve kapitalist gıda tekellerine terkettiği bedenine farklı bir açıdan yaklaşmasını sağlayacak, bedenine olan yabancılaşmasını kırarak hayatın diğer alanlarında yaşadığı yabancılaşmayı parçalayabileceği bir olanak yaratıyorsa neden bu alandan uzak duralım ki?

Çalışma koşullarımızın, hava kirliliğinin, içtiğimiz sulardaki ağır metallerin yıprattığı bedenimizi neden kapitalizmin biçtiği kadere terk edelim? Bedenimize iyi bakalım ki uzun süre mücadele edebilsin, çocuklarımızı sağlıklı yetiştirelim ki bizim eksik bıraktığımız işleri tamamlayabilsinler. Bozuk düzende sağlam beden olmaz deyip pizzaya, biraya yumulacağımıza herkes için gıda güvenliği hakkı, temiz içme suyu hakkı, işyerlerinde spor yapma hakkı, işyerlerinde sağlıklı gıda hakkı vs mücadelesine çevirmenin ve buralardan çıkacak enerjiyi sosyalizm mücadelesine akıtmanın yollarını aramalıyız. 

Hem meselenin bir de gıda emperyalizmi boyutu var. Merhum “Tarhana Osman” lakaplı Osman Nuri Koçtürk, yine merhum Ahmet Aydın hocalar bu konularda epeyce yazıp çizmişlerdi. Bu mesele sadece emperyalist gıda tekellerinin belirlediği bir alan olamaz. Ne yiyeceğimize biz karar vermeliyiz; tıpkı ülkemizin savaşa girip girmeyeceğine NATO’nun değil de bizim karar vermemiz gerektiği gibi. Bizi resmen zehirliyorlar, bizi öldürüyorlar buna kayıtsız kalamayız.

Elbette ki bu alanın şarlatanı da var, dolandırıcısı da. Elbette ki kapitalizm neredeyse kendi mezar kazıcılarına dahi kürek satacak bir üretim kapasitesine ulaştı. Ama bu alanı sırf böyleleri var diye boşaltamayız. 8 Mart’ı nasıl kozmetik firmalarının boyalı reklam kampanyalarına terk etmiyorsak, bu alan da kapitalizmin organik gıda sektörüne terk edilmeyecek kadar kıymetli.”

Vallahi ben aracıyım, elçiye zeval olmaz. Artık gerisini Nevzat ile Cem kendi aralarında halletsin. Amacımız zaten kapitalizme ve emperyalizme karşı mücadeleyi hayatımızın farklı alanlarında yeniden üretmek değil mi? Belki bu tartışmadan da yeni bir inisiyatif çıkar, belli mi olur?