Vahdettin’in işgal güçleriyle işbirliği yapmasını Damat Ferit’in beceriksizliği ile açıklamak… Tarihçinin hep iki defa düşünmesi gerektiğini de göstermiyor mu?

Bilge Criss’in Vahdettin’i ‘masum’ Nazım Bey’i ‘hain’

Vahdettin, Damat Ferit’in peşine takılıp kötü yola düşmüş bir masum. Damat Ferit, devlet adamı niteliklerinden uzak bir beceriksiz. Halk İştirakiyun Fırkası’nın kurucularından Nazım Bey ise “ajan” ve “hain”... Bir tarihçi sorgulamadan, dayanaksız iddiaların üzerine atlayarak dürüstlüğünü nasıl sorgulanır hale getirir, buyrun buradan okuyun...

Tarihçilik mesleği ya da tarih yazımı için pek çok şey söylenebilir ama belki de her meslek ve bilim dalı için geçerli olduğu gibi en başa yazılması gereken şey dürüstlük olmalıdır. Tarihçi her şeyden önce kendisine ve okurlarına karşı dürüst olmalıdır. Tarih yazımında öznellik her zaman bir tartışma konusudur. Tarihçi geçmişi yeniden yazarken nesnel olabilir mi? Yalnızca olguları aktarmak nesnellik anlamına mı gelir? vs. Ancak olguların kendisi bir tartışma konusu olabilir mi? Ya da tarihçi olguları hangi sırayla aktarırsa aktarsın, ya da hangi olguyu bir diğerinin sebebi olarak gösterirse göstersin, tarihte olduğunu iddia ettiği bir olguyu “mümkün olduğunca” doğru bir şekilde karşımıza getirmekle yükümlü değil midir?

Örneğin Osmanlı İmparatorluğu’nun Birinci Dünya Savaşı’na Almanya’nın safında katılması ile ilgili olarak pek çok şey söylenebilir. Bir tarihçi bunun Enver’in hırsı nedeniyle gerçekleşmiş olduğunu iddia edebilir, başka birisi bunu İttihat ve Terakki’nin padişah karşısındaki pozisyonu ve siyaset yapma biçimi ile açıklamaya çalışabilir, ya da bunun Almanların bir oldu bittisi olduğu iddia edilebilir. Her biri çeşitli gerekçelere dayandırılmak ve olgularla desteklenmek üzere bu tarihi anlatımların her biri olasıdır. Ancak bir tarihçi Osmanlı’nın Birinci Dünya Savaşı’na Enver’in Almanlardan rüşvet aldığı için katıldığını yazıyorsa bunu sağlam belgelere dayandırmak durumundadır. Başka bir yazarın bu iddiayı kitabında dile getirmesi bunu, doğruluğu kanıtlanmış bir olgu olarak tarihe kaydetmek için yeterli değildir. Kendisine ve okurlarına karşı dürüst bir tarihçinin yapması gereken ya böyle bir iddia olduğunu dile getirmekle yetinmek ya da bunun doğruluğuna inanması durumunda bu iddiayı destekleyen başka olguları ya da belgeleri ortaya koymaktır.

Bunca sözü niye söyledik, bunlar zaten hepimizin bildiği şeyler diye düşünüyorsak tanınmış bir tarihçinin çoğumuzun gözüne muhtemelen ilişmiş ve pek çok tarih çalışmasında referans olarak kullanılan kitabında yer alan bazı bölümlerin bu basit ilkeyi yeniden hatırlatmaya vesile olduğunu söyleyelim.

Kitabı gölgeleyen iddia
Nur Bilge Criss işgal kuvvetleri yüksek komiserliklerinin ve İngiliz gizli servisinin belgelerine dayanarak İstanbul’un işgal yıllarındaki siyasal ve toplumsal tarihini yazdığı kitabını ilk olarak 1993 yılında yayınladı ve İletişim yayınlarından Türkçe olarak basılan kitap şimdiye kadar pek çok baskı yaptı*. Criss’in çalışması o yıllarda İstanbul’da yaşayan azınlıkların durumundan İstanbul’un yerel yönetimine, gündelik hayata, işgal kuvvetlerinin şehirde yürüttükleri faaliyetlere ve diğer yandan da İstanbul’da milli mücadele için çalışan Karakol, Müdafaa-i Milliye ve Felah gibi çeşitli yeraltı örgülerine dair önemli bilgiler içeriyor. Kitabın bir bölümü de İştirakçi Hilmi olarak tanınan Hüseyin Hilmi’nin partisi Türkiye Sosyalist Fırkası gibi İstanbul’da faaliyet gösteren sol partilere ve grevlere ayrılmış. Bu kısımda da İstanbul’da işgal kuvvetleri ile ilişki içerisinde olduğu söylenen İştirakçi Hilmi’ye ve öldürülmesinin ardından partisine dair daha önce yayınlanmamış önemli bilgilere rastlamak mümkün.

Ancak Criss’in bazı anlatımları bütün bu bilgilerin güvenilirliğini sorgulatacak nitelikte. Özellikle de Ankara’da milli mücadele yıllarında Meclis’teki milletvekillerini de kapsayacak şekilde kurulan Halk İştirakiyun Fırkası ve bu partinin kurucularından olan Tokat milletvekili Nazım Bey hakkında yazdıkları, bazılarının belki de “özensizlik” olarak adlandırabileceği bir durumun tarihçinin dürüstlüğünü sorgulatacak önemde olduğunu gösteriyor.

Criss kitabının 181. sayfasında Razi Yalkın’ın Türk Dünyası’nda 1950 yılında yayınlanan “Muhterem Casuslar” yazısına dayanarak milliyetçiler için çalıştığı söylenen II. Abdülhamit’in kızı Fehime Sultan’ın, Damat Ferit Paşa’nın gizli bir planını ortaya çıkardığını anlatıyor ve hiçbir sorgulamada bulunmaksızın ve tamamen birinci elden bir anlatımla şunları yazıyor: “Ayrıca, Büyük Millet Meclisi’nde Tokat milletvekili olan Nazım Bey hakkında M. M.’yi uyardı. Nazım Bey (Ramsor, 1867-1935) Damat Ferit’in ajanıydı ve bir muhalefet partisi kurması için kendisine 4.500 TL ödenmişti. O da, Halk İştirakiyun Fırkası adında bir parti kurmuştu.”

Türkiye tarihinin olduğu gibi sol tarihin de en can alıcı dönemlerinden birinde, emperyalizme karşı verilen kurtuluş savaşına soldan bir müdahalenin en önemli adımlarından biri olarak meclis içerisinde kurulan ve eğrisiyle doğrusuyla Türkiye komünist hareketinin o dönemde yurtiçindeki iki önemli dayanağından biri olan bu parti ve kurucuları arasında yer alan bir isim hakkında tarihsel anlamda değeri son derece tartışılır ve ne yazarsa yazsın kuşkuyla bakmak gereken bir kaynağa dayanarak “Damat Ferit’in ajanıymış, parti kurması için kendisine para verilmiş” diye yazmanın bir tarihçinin ne kadar değerli olursa olsun tüm diğer çalışmalarını gölgede bırakan bir örneği olduğu açık.

Bu arada bir parantez açarak Nazım Bey’i “ajanlıkla” suçlayanların Bilge Criss’ten ibaret olmadığını da belirtelim. Mustafa Kemal Atatürk de Nutuk’ta Nazım Bey’i yabancı örgütlere ajanlık etmekle suçluyor: “Bu kişinin, 'Halk İştirakiyun Partisi diye, temelsiz, yalnız çıkar sağlamak amacıyla bir parti kurma girişimi ve o partinin başında ulusal olmayan çalışmalar sevdasında bulunduğunu elbette duymuşsunuzdur. Bu kişinin yabancı örgütlere çaşıtlık ettiğine yüzde yüz inanıyordum.” (Aktaran Mehmet Bozkurt, 1. Meclis'te Bir Komünist: Dr. Nazım ). 1920’lerin başında Türkiye’de komünist bir partinin kurucusuna dair Damat Ferit’in ajanı olma suçlaması ile karşılaştırıldığında yabancı bir örgütün ajanı (Sovyetler Birliği’nin kastedildiği açık) olma suçlaması daha “mantıklı” olarak görülebilir. Bilge Criss’in bu suçlamayı da gündeme almamış olması bir başka “özensizlik” örneği olarak değerlendirilebilir mi?

Vahdettin’i aklama çabası...
Kitaba dönecek olursak, biraz daha ayrıntılı baktığımızda tarihçilik mesleğinin yeni belgeler ortaya koymak veya daha önce ulaşılmamış kaynakları olduğu gibi aktarmaktan öte olduğunu da bir kez daha görüyoruz. Criss’in pek çok bilgi içeren kitabında tarihi tartışmalara dönük yorumunun ne derece yüzeysel kaldığına dair bir örneği de buraya aktaralım:

Criss son dönemde Cumhuriyet’in kuruluş tarihinin, iktidardaki siyasi yönelime uygun olarak yeniden yazılması çabaları ile sürekli ısıtılarak gündemimize getirilen “Vahdettin hain miydi?” sorusuna şu şekilde yanıt veriyor:

“Mütareke boyunca Vahdettin’in davranışları çelişkilerle doludur. Bu nedenle Padişah hakkında daha sonra yapılan değerlendirmeler çok tartışmalıdır. Türkiye’yi, tesadüfen bahtsız bir dönemde yönetmiş birisi olarak o, hain diye mahkum edileceği gibi, bahtsız bir yurtsever diye de övülecekti. Vahdettin, körükörüne güvendiği Damat Ferit dışında herkese karşı aşırı kuşkuluydu. Oysa Damat Ferit, ülkenin yazgısını elinde tutmaya hazırlıksız ve devlet adamı niteliklerinden uzak biriydi.” (Criss,73)

Vahdettin’in işgal güçleriyle işbirliği yapmasını Damat Ferit’in beceriksizliği ile açıklamak… Tarihçinin dürüst olmanın yanı sıra yazarken hep iki defa düşünmesi gerektiğini de göstermiyor mu?
Neslişah Başaran (Marksist Leninist Araştırmalar Merkezi Tarih Komisyonu üyesi)

*Nur Bilge Criss, İşgal Altında İstanbul, İletişim Yayınları, (İstanbul: 2008)