Yoksul bir kasabanın talihsizliği

Yoksullukta bir güzellik bulunabilir mi? Yalınlık ya da sadelik vardır, kuşkusuz; ama ya güzellik? Sadelik olmadan güzellik olabilir mi peki? Çarpıcı, büyüleyici, görkemli güzelliklerden çok söz edilmiştir. Tümünü birden anlattığı düşünülebilecek bir deyişle “göz kamaştırıcı” güzellikler, olabilir, mümkündür, öyle denebilir. Ancak, güzellik kavramında sadeliğin bir yeri vardır mutlaka; açık ya da örtük, hemen fark edilen ya da belli belirsiz sezilebilen…

Öyleyse, yoksulluğun güzelliği ortadan kaldıran bir nitelik olduğunu ileri süremeyiz. Sürüm sürüm sürünen bir yoksulluk değilse söz konusu olan, bir de doğanın cömertliği ile yüzyıllar boyunca oluşmuş bir emek ve yaşantı birikimi bir araya gelmişse, yoksulluk içinde bir güzellik bulmak için ille de romantizmin doruklarında dolaşmak gerekmez.

Düpedüz o doruklarda gezinme havasındaki satırlarla başlayan bu yazı, pek berbat bir gerçekliğin etkisiyle kendini yazdırıyor aslında.

Hafta başında bir haber düştü hemen hemen bütün kitle iletişim araçlarına. Bir okul inşaatında çalıştıkları söylenen sekiz Kürt inşaat işçisi, linç edilmek istenmiş. İstek yerine gelmemiş olmakla birlikte, ileri sürüldüğüne göre bayrağa saygısızlık edildiğini saptayarak galeyana gelen yüzlerce kişi, işçilerin inşaattaki yorgan döşek ve benzeri eşyasını dışarıya atarak yakmışlar.

Bu olayı ilk kez duyduğum televizyon kanalında haber “bir türlü kurtulamadığımız dert: ırkçılık” biçiminde verilmişti; tırnak içine aldığıma bakmayın, tam böyle olmayabilir, aklımda kaldığı kadarıyla aktarıyorum. Ancak, olayın ne olduğundan ve gerçekte nasıl gerçekleştiğinden bağımsız olarak, üzerinde durulmasının gereğini vurgulayan bir başlıktı doğrusu; ırkçılığı, her ne kadar bir tür çaresiz illet diye yaftalasa da, hiç değilse kurtulunması gereken bir dert olarak öne çıkarıyordu.

Lakin, biraz daha kulak verince canım sıkıldı. Mudurnu ilçesinin neresi olduğunu tam işitemediğim bir beldesinde olmuştu olay ve Bolu valisinin yanı sıra oğlunu altı yıl önce Kürt savaşında kaybetmiş bir babanın basiretli tutumu ile fazla büyümeden yatıştırılmıştı; daha doğrusu, böyle anlatılıyordu.

İlk önce, son birkaç yıldır her yaz o ilçe merkezinde kısa süreli komşuluk ettiğimiz Kürt geldi aklıma. Komşuluk dediysem, ayak üstü bir selamlaşma, belki kısa bir hoşbeş, daha çok kadınlar arasında sürüp giden bir yakınlaşma. Tanıdığım Kürtlerin çoğu gibi, efendi, hal hatır bilen, dost olmak istediğinin hukukuna saygı gösteren, bunların yanı sıra, bir tedirginliği mi demeli, ürkekliği mi, hep hissedilen bir adam. “Başına bir iş gelmiş olabilir mi?” sorusunun panikletici etkisiyle daha dikkatlice kulak kabarttım. Hayır, neyse, olayın olduğu yer ilçe merkezinin 30 kilometre kadar kuzeybatısında Taşkesti adında bir beldeydi ve, yaklaşık 15 yıldır oralarda kulağıma gelenlere bakılırsa, Mudurnu ahalisinin genellikle pek de hoşlaşmadığı, tarikat adı verilen stö’lerin çokluğu yahut çeşitliliği ile bilinen bir yöreydi.

Çok daha önce ulaşmış olduğum bazı bilgiler de bunu doğrular nitelikteydi.

“30 Ekim 1918 Mondros Ateşkes Antlaşması sonrasında Anadolu işgal edilmeye başlanmıştır. Mudurnu ve yöresindeki yurtsever güçler, Osmanlı Teşkilatı Mahsusa lideri Kuşçubaşı Eşref öncülüğünde 30 Mayıs 1919’da ‘Mudurnu Redd-i İlhak Cemiyeti’ni, 20 Ekim 1919’da ‘Mudurnu Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’ni kurarlar. Anadolu isyanının alevlenmeden söndürülmesini amaçlayan İtilaf Devletleri ve Osmanlı saray yönetiminin siyasi ve dini etkisi ile örgütlenen Hilafet ve şeriat yanlısı gerici kuvvetler, 21 Nisan 1920’de Mudurnu şehir merkezini basarak, Kaymakam Ali Nail’i ve Savcı Salih Zeki Bey’i hapsederler. Kaymakamlık makamına çevre köylülerinden Hacı Hamdi’yi oturturlar. Kuvây-i Milliyyeciler şehri terk ederler. 4 Mayıs 1920’de Mudurnu’ya gelen Çolak İbrahim Bey kuvvetleri Mudurnu’yu hilafetçilerin elinden kurtarırlar. Çevre köylüleri tekrar toparlayan Düzce ve Bolu isyancıları 13 Mayıs 1920’de tekrar Mudurnu’yu kuşatırlar. 13-14-15 Mayıs günleri boyunca devam eden çatışmalar sonrasında, şehir halkı topyekûn Kuvây-i Milliyye saflarında yer alır ve hilafet kuvvetleri dağıtılır.”

Yukarıdaki paragrafı, sonundaki internet adresinden belediye ile kaymakamlık tarafından birlikte hazırlandığı anlaşılan ve yayımlanış tarihinin, belirtilmemiş olmakla birlikte, benim beş altı yıl kadar öncesine rastladığını tahmin ettiğim bir tanıtım broşüründen aldım. Tarihi yine belirtilmemiş olmakla birlikte, “Mudurnu Kaymakamlığı Köylere Hizmet Götürme Birliği Başkanlığı” tarafından bastırıldığı arka kapağında belirtilen bir başka broşürde ise şunlar yazılı, bu başkanlığın adının ilginçliğinin yaratabileceği kışkırtmadan kaynaklanan herhangi bir soruşturmaya girişmeden, birkaç imla değişikliği dışında, olduğu gibi aktarıyorum:

“Mondros ateşkes antlaşmasından sonra Anadolu’da başlayan siyasal, sosyal ve ekonomik çöküntü içinde, Ankara’da TBMM’yi açma ve Kuvây-i Milliyye’yi örgütleme çalışmaları ülkenin tek ışığı olmuştu. Doğmakta olan umut ışığını karartma amaçlı Milli Mücadele karşıtı isyanlar, fetvalar, propagandalar yapılarak halkın direnişe karşı ayaklanmasına çalışılıyordu. Mevcut gelişmenin farkında olan Mudurnulu aydınlar, Mudurnu Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’ni kurarak, isyancılara karşı direnişi başlattılar. Halkın Milli Mücadeleye katılması, isyancılara inanmaması için halk üzerinde etkili olan Filibeli Tevfik Hoca tarafından halka telkin yoluna gidildi. Bütün bu gelişmeler içinde etrafı isyanlarla çevrili iken Kuvây-i Milliyye’ye verilen sonsuz destek, inanç, vatanseverlik için Ulu Önder Atatürk’ün ‘ Sevgili Mudurnulular, Kurtuluş Savaşının en zor günlerinde Kuvây-i Milliyye’ye verdiğiniz destek için teşekkür ederim.’ diyen telgrafı Mudurnuluların gurur kaynağıdır.”

İkincisinde varlığı bilinen ve genellikle anlatılanlarla tutarlı bir Kemal Paşa telgrafından övünçle söz edilmesinin dışında, aşağı yukarı aynı vurguların yapıldığı bu iki kaynaktan anlaşıldığına göre, bundan yaklaşık yüz yıl kadar önce, yakın kırsal çevresinin ya da böyle anlatılabilecek bir dışsallığın önemli bir bölümünden kaynaklanan gerici bir kuşatma altındaki bir kasabadan yahut küçük kentten söz ediyoruz. Benim kısıtlı bilgi ve izlenimlerim, bu tür bir kuşatılmışlığın, farklı biçimlerde de olsa, hâlâ ortadan kalkmamış olduğuna işaret ediyor. Epeydir nüfusu beş binin birkaç yüz üstünde ya da altında seyreden bu  kasabanın yakın ve uzak geçmişi ile güncel durumuna ilişkin itiraz edilmesi kolay olmayan veriler ve kaynaklarla yazanlar çıkacaktır, umarım. Örnek olsun, değerli dostum Mehmet Bozkurt, sözü edilmeye değer bulursa, uygun bir vesileyle, bu konuda üç beş satır yazar belki. Ayrıca, oranın devrimci insanları da dediklerimizi doğrulayarak ya da yanlışlarımızı göstererek devreye girebilirler.

Ama, benim asıl amacım bu değildi; ırkçılıkla ya da başka tür gericiliklerle anılması gerçekten haksızlık, daha da önemlisi, gerçeklere aykırılık oluşturacak küçük bir kentin  hukukunun çiğnenmesine itiraz etmekti.

Bir de, pek fazla kişisel sayılsa bile, önemsiz bulunmasına karşı çıkacağım bir bilgiyi ekleyebilirim. Yukarıda, hilafet ve şeriat yanlısı çeteler tarafından hapsedildiği  anlatılan kaymakam Ali Nail Bey’în oğlu, büyük halkbilimcimiz Pertev Naili Boratav, değişik dönemlerde, Mudurnu’da çok önemli alan çalışmaları yapmış, bu sırada yörenin aydınlarının ve ileri gelenlerinin destek ve yardımlarını görmüştür. Bu tür çalışmalar ile onların yürütücüsü bilim insanlarına verilen değerin ve desteğin bir göstergesi olarak, yaklaşık 5-6 yıl önce, onun adına mütevazı bir kültür merkezi açılmış ve Korkut Boratav Hocamız da orada düzenlenen bir etkinliğe katılmıştı. Bunu da biliyorum.

İyi de, bütün bunlar, bu konunun gündeme getirilmesini haklı çıkarır mı?

Böyle diyenler belli bir çokluğa ulaşırsa, bu yazı muradını anlatamamış demektir ki, şu anda yapılacak bir şey bulamıyorum. Başlığa koyduktan sonra değiştirip değiştirmemek  konusunda bir süre kararsız kaldığım “talihsizlik” sözcüğünün uygunluğunu düşünmekten başka…