Yeniden kıymete binenler

“Çok kıymetli” diyorlar, “falan işi yapmak, filan düşünceyi öne sürmek, çok kıymetlidir”. O kadar sıklaştı ki, bu sözleri işitince, asabım bozuluyor; “hay senin kıymetinin de, kıymetlinin de…” diyesim geliyor. Diyesim geliyor ne söz, açık açık söylüyorum ve resmi bir mecliste isek, böyle ileri geri konuşmanın ayıp sayıldığı ortamlarda, sonradan, düpedüz mahcup oluyorum. Nedenine girmeyelim; çünkü, lafı çok dağıtmış oluruz. Oysa, bu yazıdaki muradımız, haklı da olsak, sözcüklere takılmak değil; istisnalar bir yana, sözcükler olmadan hiçbir şeyi anlatmak mümkün olmadığı halde, onlara takılmayalım.

Takılmayalım diyorum da, böyle moda haline gelen ya da getirilen söz dizilerinin, kalıpların, sözcüklerin izini sürerek, nereden çıktı, nasıl yayıldı, neden yayıldı sorularını sorarak dönemlerin ruhuna ilişkin aydınlatıcı ipuçları yakalanabilir. Bu kadarını olsun not etmeden geçmeyelim.

Haftanın ilk günleri, CHP’nin seçim beyannamesi, kendi havalarda uçan iyimserlikteki deyişleriyle, hükümet programı ile geçti. Her tarafta değilse de, AKP’yi içinde CHP’nin bulunduğu bir koalisyon ya da, daha az itiraza açık bir sözcük kullanırsak, formülasyon ile indirme peşinde olan mecralarda.

Yeniden kıymete binenler dediğim ise iktisatçılar oldu. “Ne zaman kıymetten düştüler ki?” diye sorulabilir. Haklı bir sorudur; özellikle, medya mahallesinde yaygınlaşmış sıfatlarla, merkez ve yandaş alemde, kıymetleri hiç azalmamıştır. Zaten, bunların aralarında, merkez ve yandaş olanların demek istiyorum, herhangi bir kayda değer fark yoktur; dolayısıyla, ülkemizi ve emekçi halkımızı boğup soluksuz bırakan, bu yolla her türlü düşünme yetisini yok eden kapitalist düzen açısından kıymetlidirler; sadece, kıymet dereceleri duruma göre, kendi sevdikleri anlatımla, konjonktürel olarak değişir.

İşte bu kıymetlileri ekranlara çıkarıp durdular; en çok da özel bir misyon üstlenmiş görünen Aydın Doğan medyasında. Benim belki biraz dedikodu yollu değineceğim ise yaşlı CHP’nin şu pek genç iktisat yıldızı olacak. Aslında, aylar önce, galiba bu genç yıldız daha CHP’li olmadan ya da olduğu herkesçe bilinmeden önce, sözü edilen medya grubu kendisini şöhret yapmak konusunda birtakım adımlar atmıştı. Her fırsatta, fırsat çıkmasına falan da bakmadan, ekranlarından eksik etmiyordu.

Bu genç yıldızın şimdi aramızdan göçük annesinin, tabip odalarımızın genel başkanlığını yaptığı hatırlardadır. Ben de ekranlarda heyecanlı konuşmalarını izlerken bu takdir edilesi özelliğini, hiç tanımadığım, ama muhtemelen heyecanlı konuşmalar yapabildiğini tahmin ettiğim annesinden almış olabileceğini düşündüm. Takdir edilesi diyorum; çünkü, anlatmaya çalıştıklarında heyecan verici bir yan görünmüyordu; yeni yeni merak sardığı anlaşılan siyasette, kendi tercih ettiği konum dahil bütün düzen içi konumlanışlarda hep dile getirilmiş sözleri tekrarlıyordu. Bir ara, güzel konuşma dersleri almış olabileceğini düşündüm. Güzel konuştuğundan değil, konuşması o dersleri alanlara çok benzediğinden.

Bence haksız olarak Tansu Çiller’e benzetilen bu genç iktisat yıldızının ekranda kapıştığı, kapışmak demeyelim de, pek ateşli, bir o kadar da terbiyeli biçimde cevap yetiştirmeye çalıştığı daha kıdemli iktisatçının babasına gelmeden önce, ilkinin babasıyla ilgili bir anımı aktarayım. Böyle annelerden babalardan söz açıp durmamın, bu yazının yukarıda değindiğim dedikoduya kapıları kapatmayan özelliğinden çok, “kafa kâğıdı” farkından ileri geldiğini de eklemiş olalım. Ayrıca biraz anı kırıntısı, biraz dedikodu, biraz da dokundurmalarla sürüp giden yazılar, genellikle, okuyanları eğlendirir; böylece, okunma oranlarını yükseltme olasılığı artar.

Eşi gibi bir tabip, üstelik profesör, hem de ülkenin en önemli tıp fakültelerinden birinin dekanı olan o zat, az kalsın, beni polislere teslim ediyordu. Az kalsın, derken, kazara anlamında değil, onlarla birlikte geldiğine göre bir rastlantıdan söz edilemez de, işin nereye gittiğini anlayan öğrencilerinin müdahalesiyle teslimat gerçekleştirilememişti. Bundan 14-15 yıl kadar önceydi; öğrencilerin çağrısıyla, o fakültede bir söyleşiye gitmiştim. Daha sonra Kemal Dervi$’in uyarladığı ya da olduğu gibi uyguladığı ve hemen ardından gelen tüccar imamların da uzun süre izledikleri programla üzerine gidilmiş iktisadi krize ilişkin bir söyleşi yapıyorduk. Adı geçen dekan toplantımızı basmıştı ve, amfiden çıkarken, yapılanın bir üniversiteye yakışmadığını söylediğimde, “ama onların da izin almaları gerekirdi” deyişine bakılırsa, söyleşinin konusundan pek de haberli olmadığı, bu tür öğrenci etkinliklerinin izne bağlanmasını şart koştuğu için baskın verdiği anlaşılıyordu. Sonunda, ben etkinliği düzenleyen  öğrencilerin, özellikle onlardan ikisinin duruma el koymasıyla, oradan uçuruldum. O çocuklardan biri şimdi İzmir’de tabiplik yapıyor ve bu yayında güzel güzel yazılar yazıyor; öbürü ise Ankara’da ve artık iyice ustalaşmış bir cerrah olarak kesip biçip insanları kanserlerinden kurtarmaya devam ediyor.

Onlar devam ediyorlar etmesine de, hep edeceklerdir, kuşkum yok, yeri gelmişken, Kemal Paşa’ya atfedilen sözden mülhem, onu biraz değiştirerek, “beni komünist hekimlere emanet ediniz” vecizesini yerleştirmek için uğraştığımı söylemeliyim. Yerleştirmenin zor olmayacağından eminim, herkes kabullenecektir: Hem komünist hem hekim, daha güvenilir ne olabilir, hele ikisinin de hakkı veriliyorsa!

Bu arada, devam etmeden, Kılıçdaroğlu Kemal Bey’in, halkımıza, bizi hükümete getirirseniz dışarıdan ekonomi bakanı yapacağım müjdesini verdiği adaşı Kemal Bey’in soyadını yukarıda $ simgesi ile yazmamın nedenini belirtmeliyim. O sıralarda böyle yazma alışkanlığı gelişmişti; bu gelişmeye en büyük katkıyı yapanlar da sabık ve müstakbel ekonomi bakanımızı okulları ODTÜ’den kovan öğrencilerdi. O çocukları hep iyilikle anmışımdır; onların kullandığı imlâyı değiştirme hakkını kendimde göremem.

Kendisini sıkıştırmak üzere çağrılan, daha kıdemli ve çoktandır profesör olmuş iktisatçıya gelmeden önce, vatanı milleti kurtaracağını ileri sürdükleri programlarının kof ve asla seçimdeki rakiplerinin çerçevesinin dışına çıkma iddiası taşımayan özü bir yana, Selin Hanım’ın hiç azalmayan heyecanıyla tekrarladığı bir noktaya değinmemek haksızlık olur. O nokta şuydu: Hazırlayıp açıkladıkları programın ve vaatlerin, çok değerli uzmanların, çok uzun süren çalışmaları sonunda geliştirildiğini vurguluyordu. Hangi engelleri, nasıl aşarak gerçekleşeceği ve, daha önemlisi, hangi yaraya ne kadar merhem olacağı belirsiz bu programın güvencesi madem o eşsiz uzmanlardı, insan, bir zahmet, onların kimliklerini ve bugüne kadarki üstün başarılarını da açıklamaz mı?

Gerçi, “açıklasa ne olurdu” demek gerekiyor. Hangi ünlü isim, hangi parlak akademik kariyer ahmaklığı örtbas edebilir? Bugüne kadar pek çok iktisat öğrencisine, bu arada profesörlüğe kadar yükselmiş olanlara da tekrarladığım, bazılarına üşenmeyip kâğıda yazarak bazılarına kitabı eline tutuşturarak okuttuğum  birkaç satırı buraya aktarmazsam eksik kalır: “(…)sözlük, ‘ahmak’ üzerinde kuşku olmaması için, (…) bir de Sarrac’dan bir küçük şiir koymuş: ‘Ahmak kırk sene bilgiler kazansa da anlayışlı kimselerden daha olgun nasıl olur”, bu, Sarrac’ın şiirinin düzyazıya dökülmüş biçimidir. Bu, bir ahmak, doktora yapsa da, profesör olsa da yine ahmaktır, anlamına geliyor; Sarrac değinmiyor ama ben çok değindim, eğer doktora ve pofesörlük iktisatta ise doğuştan ve aileden gelen ahmaklık daha da artıyor.”

Onların, oldu olacak yazıda kolay molay bir de bilmece bulunsun diyerek kaynağını vermeyeceğim yukarıdaki satırların heves kırıcı saldırısı ile karşı karşıya kalanların, sonunda ne oldukları, nereye vardıkları az çok kestirilebilir. Sözü daha fazla dağıtmayıp devam edelim.

İlm-i iktisat adına  sorgulayıcı olarak CHP’nin çok genç ve çok heyecanlı iktisatçısının karşısına çıkarılan da yabancı sayılmayacak bir iktisatçı, üstelik pofesör, üstelik de iktisatçı pofesör bir babanın oğlu idi. Baba müteveffa profesör Erdoğan Alkin, bilenler ve hatırlayanlar herhalde çok değildir, Doğan Avcıoğlu’nun öncülüğünde Aralık 1961’de yayına başlayan Yön dergisinin aynı adla anılan çıkış bildirisinin 1000’i aşkın imzacısının ilk 164’ü ve bir yıl sonra da yine aynı çevrenin kurduğu Sosyalist Kültür Derneği’nin 40 kurucusu arasında yer almıştır. Her iki oluşum da “görkemli altmışlı yıllar”ın Türkiye İşçi Partisi’nden sonra en önemli örgütlenmeleri arasında yer alır. O sıralar İstanbul İktisat Fakültesi’nde bir asistan olan baba Alkin, sonraki yıllarda, iktisat mesleğinde profesörlüğe doğru yükselen basamakları tırmandıkça, bu tür işlerden uzaklaşmış ve Uğur Mumcu’nun buluşu “holding profesörü” deyiminin esin kaynaklarından biri olmuştur.

Baştan beri biraz eğlenerek biraz öfkelenerek özetlemeye çalıştığımız bu kıssadan en az iki hisse çıkarmak mümkündür: Birincisi, iktisat mesleğinde yukarılara doğru yükseldikçe, baktığın yerden bakmaya devam etmek çok zordur; bu nedenle, bu meslekte yıllarını geçirmiş, hele profesör olmuş insanlar arasında yüzünü emekçilere dönmekten hiç vazgeçmemiş olanlara özel bir özen göstermek boynumuzun borcudur. İkincisi, emekçi sınıfların durumunu kendileri iktidarı almadan önce bir parçacık insanileştirmekle ilgili en küçük bir gündem açıldığında, ilimdi bilimdi şuydu buydu diyerek sözüm ona mesleki etik kaygısıyla “hani, kaynak nerde” itirazı yöneltenleri, başka niyetleri yoksa, ahmaklıkları ile başbaşa bırakıp işimize bakmak en doğrusudur; onlara laf anlatmaya çabalayarak çarçur edilecek  kadar bol zaman kimde olabilir?