Yeniden

Sanırım, baştan uca bir süreklilik söz konusu. Kaynağından çıkan su, deltaya varasıya bir dolu değişimden geçer öte yandan. Ama akarsularda mevsimlerin açtığı değişimler neyse, şairlerde ‘yaş’ın yol açtığı dönüşümler odur diyebiliriz. Bir süredir, herhalde yaşım gereği, bu olguyu gözlemlemeye, üstünde akıl yürütmeye çalışıyorum. Ne kadar vaktim kaldığını bilemem tabii, ama önümdeki vaktin arkamdakinden çok daha az olduğu belli. Yazma uğraşının özünü etkiliyor bu durum. (…) 60’ını geçen her şair, yazar, sanatçı yetenek azalması korkusuna kapılır herhalde.

Yeniden düzenli yazmaya ha bu hafta ha öbür hafta başlayayım derken, böyle diye diye haftalar birbirini kovalarken, yukarıya aldığım sözleri okudum ve buradan bir giriş yapabilirim, dedim. İki yılı biraz aşkın bir süre önce bırakmışken, üstelik bu bırakmanın ara vermek mi yoksa güncel yazılara tümden paydos demek mi olduğunu yeterince açık ve anlaşılır biçimde belirtmemişken, yeniden güncel yazmaya dönüşün başında oturaklı bir giriş arayışı içindeymişim demek, kim bilir!

Baştaki sözler, son şiir kitabından yola çıkılarak yapılan bir söyleşide Enis Batur tarafından söylenmiş. Kendisinin de sürekli yazarı olduğu Cumhuriyet kitap ekinde yayımlanalı on gün kadar oluyor. Okur okumaz, doğru, dedim kendi kendime. Doğru derken, sorulsaydı, ben de üç aşağı beş yukarı bunlara benzer sözler söylerdim herhalde, demek istiyorum; hatta, yazmasam bile, söylüyorum, söylediğim çok oluyor. Bununla birlikte, bu söylemelerin bir bölümü düpedüz kendime, geri kalanı da beni dinlemek talihsizliğiyle karşı karşıya kalan pek az sayıda kişiye yönelmiş oluyor. Dolayısıyla, burada “söylemek” yerine, “söylenmek” sözcüğünün uygun düştüğünü her aklı başında yazarın, yazar olmaya da gerek yok, bu dili konuşup biraz da düşünme alışkanlığı edinmiş her insanın kabul etmesi gerekir.

Yine de, yazının başına aldığım ve benim işimi kolaylaştıran sözlere bazı itirazlarım var, kuşkusuz.

Bir kez, tamam, akarsularda mevsimler değişimlere yol açıyor, bu kaç binlerce yıllık bir olgu, ama ya mevsimlerin kendilerinde ortaya çıkan değişimler? Onların akarsular üzerindeki etkileri? Daha az bilinen ya da ortaya çıkış zamanı kestirilemeyen değişimler karşısında ne yapacağımızı nasıl kararlaştıracağız?

Aynı  metaforu sürdürerek şu tür sorular da sorabiliriz: Sıkıntı yetenek azalmasından mı, yoksa kendi dışımızdaki koşullardan mı kaynaklanıyor? Ayrıca, yetenek azalması yazarın kendi geçmişine göre mi söz konusu oluyor, yoksa zamanla kendisi dışında daha “yetenekli” olanlar mı ortaya çıkıyor?

Yine zamanla, güç beğenirlik denilen özelliği belirginlik mi kazanıyor insanın? Belirginlik kazanıyor diyorum; çünkü, böyle bir özelliğin hiç de az sayıda insanda bulunduğu ileri sürülemez ve yaş ilerledikçe bu özellik pekişebilir, hatta dayanılmaz hale gelebilir. Sadece kendi dışındakiler için değil, kendisi için de dayanılmaz olabilir. İnsan git gide, kendi yapıp ettiklerine, yazıp çizdiklerine de burun kıvırabilir. Ancak, bu tür bir özelliğin, kişinin kendisi ve dışındakiler için dayanılmaz düzeylere ulaşabilmekle birlikte, gelişmek ve geliştirmek bakımından elverişli olduğunu da eklemek gerekir.

Bir soru daha: En baştaki alıntıda vardı, “60 yaş” diye bir sınır konabilir mi? Herhangi bir yaş sınırı konabilir mi? Konamaz galiba, “sıkıntı” çok daha önce ya da çok daha sonra da ortaya çıkabilir.

Son olarak, “şair, sanatçı” diye anılanlar ile sadece pek mütevazı biçimde “yazar” olanlar için durum farklı değil mi? İlk gruptakilerin yeteneğine hikmetinden sual olunmayanlar karışır daha çok, sıradan insanlar için bu yeteneği de onun nereden kaynaklandığını da anlamak kolay değildir; oysa, ikinci gruptakiler için her şey çok daha dünyevidir, neredeyse önüne gelenin onlar hakkında atıp  tutma yetkesini kendinde bulduğu olur.

Yazma işi, bunun nasıl ve neden yapıldığı, hangi dürtülerle sürdürüldüğü konularında yazarların söylediği pek çok söz vardır. Doğal olarak, bu bağlamda uzun uzun yazıldığı da olmuştur. Şu anda aklıma F. Scott Fitzgerald’ın bir sözü geliyor. Daha çok, “Caz Çağı” diye adlandırılan 1920’li yılları anlatmış ve 44 yaşında ölmüş bu Amerikalı yazar şöyle demiş:

Bir şey söylemek istediğin için yazmazsın, söyleyecek bir şeyin olduğu için yazarsın.

Öyle ya, bir şey söylemek istiyorsan, bunun daha doğrudan ve daha zahmetsiz yolları var: Bağırır çağırırsın, bunu kalabalıklarla yaparsın, nutuk atarsın, sakince ve tane tane söylersin, bir televizyon programına çıkarsın, o kadarına gücün yetmiyorsa sokaklarda uzatılacak bir mikrofon kollarsın… Söylemeden duramadığın bir “şey”in varsa ancak, yazmak için uğraşmanın bir anlamı olabilir.

Yine de, yazma işini bu kadar yüceltmenin gereği yok. Özellikle de sık sık, her hafta, hatta her gün yazan, yazmak zorunda olanlar için… Demek istediğim, çok daha alçakgönüllü kaygılarla, pek o kadar abartılamayacak amaçlarla da yazabilir insan; onun da anlamı ve bu anlamla bağlantılı yararları vardır kuşkusuz.  

Bütün bu yazdıklarım, daha doğrusu, içeriğinden bağımsız olarak, köşe yazmaya ya da benim kullanmayı sevdiğim anlaşılan deyişle “güncel yazı” yazmaya yeniden başlamam, okurları yanıltmış olmasın. İki açıdan ya da iki konuda bir yanıltma olmasından kaygılıyım. Birincisi, bunların güncel yazılar olacağını sanmıyorum, bu kadar belirsiz bir tonda söylemenin alemi yok, öyle olmayacak; çünkü öyle bir niyetim de kapasitem de bulunmuyor. Şöyle anlatmak daha doğru: Bu yazılar, güncel yahut gündemin ilk sıralarında yer alan konular, sorunlar, tartışmalar,  dedikodularla kesinlikle bire bir örtüşmeyecek, ama onlardan büsbütün kopuk da olmayacak.

Böyle deyince, sözü biraz daha uzatıp bu gündeme kapılmak/gündemi değiştirmek tartışmasına kısaca girmeden edemiyorum. Aslında, egemen sınıfların büyük gücü, biraz da gündem oluşturmaktan gelir. Totoloji gibi görünse de şunu söyleyebiliriz: Egemen sınıfları egemen kılan etkenler arasında gündem oluşturma gücüne sahip olmaları ve bu gücü yeterince kullanabilmeleri de vardır. Onlara karşı mücadele edenlerse o gündemleri kırmadan siyasette, aynı anlama gelmek üzere, sınıf mücadelesinde konumlarını ilerletemezler. Burada “kırmak” sözcüğünü seçerek ve şu anlamda kullanıyorum: O gündemin tümüyle dışına çıkılamaz, adı üstünde onlar egemendir, toplumsal gündemin oluşturulmasındaki rolleri de egemendir. Tümüyle gündem dışına çıkanlar, toplumun ya da büyük çoğunluğunun gözünde “uzaydan gelmiş” yaratıklar durumuna düşebilirler. Bu yüzden, gündemin paramparça edilmesi yahut yok sayılması değil, kırılması, başka bir anlatımla, can damarının kesilerek bütünlüklü ve boğucu gücünün ortadan kaldırılmasıdır yapılması mümkün ve gerekli olan. Bu da o damarı oluşturan ana gündem maddelerinin tümüyle farklı/karşıt açılardan ele alınıp irdelenmesiyle sağlanabilir. Hatta, kimileyin, sadece o damara saldırıp etkisini azaltmak bile yetebilir. Bir de, kuşkusuz, devrimcilerin asla ihmal etmemeleri gereken, deyiş uygunsa, “iç gündem”leri vardır. Devrimci teorinin ve onsuz üstünlük sağlayamayacak olan devrimci politikanın geliştirilmesi ile bağlantılı sorunların yer aldığı bu gündemse, kitlelere açık ortamlarda ele alındığında bile, ancak belli bir olgunluğa kavuşturulduktan sonra onlar tarafından algılanabilir duruma gelir. 

Okurları yanıltmış olma kaygısına kapıldığım konulardan ikincisine gelince, gündemde olanları yazma işini pek güzel yapanlar var burada; kimileri çok eskiden beri bilinen, kimileriyse çok daha yeni, ben yazmayı bıraktığım sırada  pek ortada bile olmayan yazarlar. Özellikle bu son  gruptakilerin kimilerini okudukça kıskançlıktan çatlamama ramak kalıyor, onları tekrarlamaktan öteye gitmeyen kopyalar çıkarmanın ne yararı olabilir? İyi yapılanları iyi yapanlara bırakmak, en doğrusudur. Bununla birlikte, buradan, tekrardan kaçınmanın bir yazma ve konuşma ölçütü olduğu sonucu çıkmamalıdır; çünkü, tekrara başvurmadan öğrenmenin ve öğretmenin yolu henüz bulunmuş değildir.

Bir de, iki açıdan kaygılı olmaktan söz ederek başladıktan sonra, birincisi ve ikincisi diye sayıp bitirdim, demek bu üçüncüsü oluyor, en azından şimdilik, uzunluğunu şu anda kestiremediğim bir süre boyunca demek istiyorum, “her hafta” sözüne her hafta uyamayabileceğimi belirtmeliyim. Haftada bir değil, daha uzun aralarla yazdığım da olabilir. Ne çok şartı şurtu var bunun, diye karşı çıkacaklaraysa bir diyeceğim yok. Şu hatırlatmanın dışında: Bütün iyilikler karşı çıkmakla ve karşı çıkanların çoğalmasıyla başlar.