Yarın iktidarı alsak…

Başlığı tırnak içinde yazsam daha doğru olurdu galiba. Evet, adam hayal dünyasında uçuyor ya da kim bilir belki de  bunu sağlayacak bir takviye almış da ondan uçuyor, ve benzeri, dile getirilmiş olsun olmasın bir yığın saldırganlığın az buçuk önünü kesmek için, tırnak içinde yazmak daha iyi olabilirdi. Noktalama işaretlerinden medet ummaktansa, böyle fazladan birkaç satır ise, herhalde, en iyisi.

Kendi icadım olan bir söyleyiş yahut söze başlama kalıbı değil bu; hatta bugünün ürünü de değil; yıllar önceden kalmış. Böyle yıllar önce deyip bırakmadan o zaman dilimini ölçmeye kalkınca, can sıkıcı uzunlukta bir süre ile karşılaşıyoruz: “Resmi olarak” 37 yıla yakın, konuşulup yazılmaya başlamasından bugüne geçen süre ise biraz daha uzun.

“Resmi olarak” dediğim, sosyalist iktidarı ve açıkça dillendirerek bunu bir yakın hedef olarak öngörmenin zorunluluğunu ileri süren bir derginin ortaya çıkışıdır. Böyle bir bakış açısının ya da yaklaşımın ortaya çıkışı ise daha da eskidir.

Peki, ne yararı olmuştur bunun ya da herhangi bir yararı olmuş mudur?

İki açıdan yararlı olduğu, ülkemizdeki sosyalist mücadeleye katkı sağladığı ileri sürülebilir.

Birincisi, oldukça geneldir ve şöyle özetlenebilir: Uğrunda mücadele edilen, pek çok zahmete katlanılan devrimin ancak ve ancak bilinmez, akıl edilmez  belirsizlikteki bir gelecekte mümkün olabileceğini varsayan durdurucu, yıkıcı, var olanla yetinmeyi haklılaştırıcı, verili duruma ve onun egemen oyuncularına tutsak olmayı kışkırtıcı “gerçekçiliği”, kuşkusuz ve ne yazık, yerle bir edilemese bile bir ölçüde sarsılmıştır.

Eğer bu özet çok genel ve soyut bulunursa, somut ürün anlamındaki bir katkıdan da söz edilebilir. Sadece sosyalist hareketin değil ülkenin tarihinde de hâlâ  benzersiz bir örnek olarak yerini koruyan ve ülke ekonomisinin 1978-82 arasındaki döneminin planlanmasını amaçlayan karşı-plan çalışması, böyle bir bakışın ürünüdür: Yarın iktidar olsak, ilk beş yıllık dönem boyunca, ekonomide ne yapardık? Hatta, çalışma ilerledikçe, sadece ekonomik denilegelen sektörleri değil toplumsal hayatın birçok alanını da kapsayan bir planlanma denemesi gerçekleşmiştir.

Tekrardan çekinmeden vurgulanacak olursa, öyle bir çalışmanın ortaya çıkabilmesini sağlayan, o sorudur: Biz olsak yarın ne yapardık? Nerede olsak? İktidarda olsak, iktidara gelmiş olsak…

Zamanla, bu anlatım, daha belirgin, daha doğru yönde evrilmiştir: İktidarda olsak ya da iktidara gelsek değil, iktidarı alsak… Gökten inerek iktidar olmak ya da sunulmuş bulunanı kabullenerek iktidara gelmek değil, akılla, inançla, mücadeleyle iktidarı almak…

Hemen hemen eşzamanlı olarak, o hepimizin çok sevdiği, neredeyse büyülü bir kavram olarak gördüğü devrim de, bir anlamda, gökten yere inmiş, o yeryüzünün kirlerine de bulaşarak elle tutulur bir somutluk kazanmıştır: Siyasal iktidarın sınıf içeriğinin değişmesidir devrim. İlk yazıcısının bu sözcüklerine “köklü bir biçimde” eklemesi yapıldığında ise bu el değiştirmenin uzlaşmaz karşıtlıklar içindeki sınıflar arasında olması durumuna bir uygunluk sağlamak, bir tür ek açıklık getirmek mümkün olabilmiştir.

Geçmişte olduğu gibi şimdi de o soru, o başlangıç sözü geçerlidir, geçerli olmanın ötesinde zorunludur: Yarın iktidarı alsak… Ne yaparız, neden yaparız, nasıl yaparız?

Bugünkü geçerliliğin, hatta zorunluluğun da iki nedeni var.

Birincisi, devrimin, daha açık bir anlatımla, siyasal iktidarın sömürülen sınıfların eline geçişinin gerçekleşmesi için onun Kaf Dağı’nın ardında, bu demektir ki, masalsı bir uzaklıkta olmadığının hep hatırda tutulması başlıca koşullardan biridir. Düşmanca ya da kayıtsızlıkla bakanlar buna “iman” diyebilirler. Olabilir. Buradaki sözcüğü biraz laisize ederek “inanç” demek koşuluyla, bir sakınca yoktur. Devrime inanmayan neden ve nasıl devrim yapsın?

İkincisini, bu başlangıç sözünün neden hâlâ geçerli, hatta zorunlu olduğunu ise biraz daha ayrıntılı anlatmak gerekir.

Yarın, yarın kadar yakın bir gelecekte, iktidarı aldığımızda, her alanda, her konuda ne yapacağımızı ana çizgileriyle biliyor olmamız gerekir. Hatta, bazı başlıklarda, bu bilişin ana çizgilerin çok ötesine uzanmış, birçok ayrıntıyı da kapsamış olmasında sayılamayacak kadar  yarar vardır.

Yapmamız gerekenlerin ve yapacaklarımızın önünde, geçmiş deneylerden öğrenip bildiğimiz engeller olacaktır. Ayrıca, en az onlar kadar önemli olarak, ülkemizin içinde bulunduğu durumun sefaletini düşününce eskiden hiç bilinmeyen/akla getirilmeyen engellerin varlığı da şimdiden ve en azından belli bir açıklıkla görülebilmektedir. Bu açıklığı biraz daha belirginleştirmek ve eskiden beri bilinen-bilinmeyen bütün o engellerin nasıl aşılabileceğinin ve ne kadarının, neden aşılamayacağının düşünülmesi/incelenmesi/araştırılması da gereklilikler arasındadır.

Sadece bazılarını akla getirmekle bile karabasanlar içinde kalınabilecek bir yığın soru ile karşı karşıyayız.

Rastgele bir yerden başlarsak, önemli bir bölümü yaşanmaz hale gelmiş bu kentleri ne yapacağız? Oralardaki olan olmayan konutları ve öteki işe yaramaz/çirkin/yaşamayı güçleştiren öteki  yapıları ne yapacağız? Yine oralardaki şu trafiği ve bağlantılı pek çok sıkıntıyı ne yapacağız?

Hiçbir işe yaramayan, küçücük ve gencecik insanları insanlıktan çıkararak toplumun içine salan okulları ve sözüm ona okulları ne yapacağız? Onlardan çıkıp gelen ve oralara hiç uğramamış ya da pek az uğrayabilmiş işsiz, güçsüz, çaresiz insanları ne yapacağız?

Bir yanda bayraklara sarılı tabutlarla, ağıtlarla, törenlerle, üçer beşer sayılarak, öte yanda nasıl ve nerede olduğu bile tam bilinemeden, sayıları sayılamadan gömülen gençlerimizle ne yapacağız? Onları “etle tırnak” masallarının, demokratikleşme, özerkleşme söylemlerinin dışında hangi sağlam bağlarla kardeş haline getireceğiz?

Hepsi bir yana diyelim, diyemeyiz ya, kendisini yönetenlerin bilmem nerelerinin kılı tüyü olma peşinde koşan, sabah akşam ve daha da çok ibadet edip kalan zamanlarında taciz tecavüzle uğraşan, başka türlüsünü hiç bilmediği çalıp çırpma düzeninde çalıp çırpmayı hem doğal hem de kendi kadersiz başına konmayacak bir devlet kuşu olarak gören kalabalıklarla ne yapacağız?

Sınırlarımızın yakınında, ama dışında olan, bizdekilere benzer ve onlardan daha ağır sorunlarla boğuşan, bütün o dertlerin hiç değilse bir bölümünün biz ve bizim ülkemiz tarafından başlarına sarıldığını fark etmiş ya da etmeye başlamış çaresiz insan yığınlarıyla ne yapacağız? Onları kendi başımızın derdi olmaktan çıkarıp dostlarımız konumuna nasıl getireceğiz?

İşte pek çok benzerleri sıralanabilecek yığınla soru.

Başka bir anlatımla, yarın iktidarı aldığımızda, bazılarını aşıp geride bırakmış bazılarıyla hâlâ boğuşmak zorunda olacağımız ve yerle bir etmeye mahkum olduğumuz bir yığın engel.

Gözü korkan, biraz latife edip böyle diyelim, iktidarı almakla falan uğraşmaz, adım adım giderek feraha ulaşmaya bakar; artık ne kadar ulaşılırsa!

Ama, mutlaka, ardına düşmekten hiç vazgeçmedikleri iktidarı alacaklar ve bugüne kadarkilere hiç benzemeyen bir dünya kurmaya girişecekler de olur. Olmamış olmaz!