'Yalan dünya'

Tırnak içine aldım; çünkü bir alıntıdır, halkımızdan alıntıdır, onun sözüdür.

Bildiğimiz yalan ile bir ilgisi vardır kuşkusuz. Birkaç hafta önce buradaki “Yalan” başlıklı yazıda konu edindiğimiz yalan şuydu: “Aldatmak amacıyla ve gerçeklere aykırı olduğu bilinerek söylenen/yazılan söz.”

Halkımızın “yalan dünya” dediğinde buna yakın bir anlam da bulunduğu ileri sürülebilir. Ama bu deyimin dinsel kökenli olduğu, oradan esinlendiği bellidir; bilemiyorum, belki de, dinsel söylemler ve/veya metinlerden gelen, esinlenmenin ötesinde bir etkileyicilik yahut belirleyicilik olduğu da söylenebilir. Hatta, benim en baştaki “halkımızın sözüdür” deyişim bile yanlış olabilir; halkımız doğrudan doğruya yazılı ya da sözlü dinsel kaynaklardan aktarmış da olabilir.

Olabilir de, bu tür bir tartışma bir yana, halkımız diye yineleyip durmaktansa bu kez biraz daha somutlaştırarak söyleyelim, bizim Anadolulu halkımızın, onun günümüzdeki büyük çoğunluğunun belli bir dini olmakla birlikte, imanının biraz eksik olduğunu ileri sürenlerin haklı olduğu kanısındayım.

Önce, şu son cümledeki “biraz” sözcüğünün, asileri arasında bulunmakla birlikte çocukları olmakla övündüğümüz, sık sık da bu övünmeyi abarttığımız halkımıza duyduğumuz sevgiden, bağlılıktan kaynaklı bir iltimas payı içerdiği besbellidir. İltimas derken, bizim açımızdan  imanlarının eksik olması bir eleştiri değil övgüdür; buna karşılık, onların çoğunluğunun bunu övgü olarak anlamaları pek güç olduğundan, biraz sözcüğüyle eleştirinin yanlış anlaşılabilecek ağırlığını hafifletme çabası içine girdiğimizi anlatmaya çalışıyoruz, herhalde. “Herhalde” diye bu uzun cümlenin sonuna eklemeden edemedim; çünkü, dayanılmaz  bellediğimiz her türlü rezillikten sokaklarda, dağlarda, bayırlarda vurulup ölmeye kadar uğrunda her şeye katlandığımız halkımıza toz kondurmamayı öylesine benimsemişiz ki, eleştiri olmadan sevginin de olmayacağını pek seyrek akıl edebiliyoruz.

Böyle demişken, yeridir, geçen hafta sözünü ettiğimiz Oscar Wilde’ın, başyapıtı saydığım tek romanının kahramanlarından birine söylettiği şu sözleri de aktarabiliriz:

“Sen dostluğun ne olduğunu anlamıyorsun. Bu yüzden, düşmanlığın ne olduğunu da anlamıyorsun. Herkesi seviyorsun, başka bir deyişle, kimseyi sevmiyorsun.”

Bir de, madem alıntılar ve kaynaklar üzerine aşırı bulunmasına hak verebileceğim bir titizlikle başladık devam ediyoruz, bu dinine bağlı halkımızın iman eksikliği saptamasının, her ne kadar kendim de çok uzun süredir benzer biçimde düşünmekle birlikte,  bana ait olmadığını belirtmeliyim. Bunu ilk vurgulayan, benim okumalarıma dayanarak ilk diyorum elbette, bizim Yalçın Hoca’dır. Hangi kitabında olduğunu şu anda hatırlamıyor ve arayıp tarayıp buraya yazmaya gerek görmüyorum, bazı deyişlerden ve türkülerden de örnekler vererek galiba, ama çok da uzun boylu incelemelere girmeden vurgulamıştı. O göndermelerinden biri şu türkü sözüydü, hatırladığım kadarıyla: Benim sevdiceğimde din var, iman yok.

Buradan hareketle yapılacak yorumun bu olmaması gerektiği, burada sevgilinin bir siteminin söz konusu olduğu, dolayısıyla bunun bir halkın tutumu olarak değerlendirilemeyeceği yollu, edebi, folklorik, sosyolojik ve benzeri itirazlar yapılabilirdi. Ayrıca,  “ilahiyat” olarak adlandırılan ve ülkemizin her köşesinde pıtrak gibi yayılmış güzide üniversitelerimizde mutena yerler edinen fakültelerde sayıları bilinmez derecede çoğalmış ilim irfan sahipleri var. Teolojinin oralardaki  dolgun maaşlı yerli üstatları, bu tür saptamaları, kendileri gibi profesör unvanı taşımakla birlikte şu yalan dünyada yaptıklarıyla onun ötesindeki hakiki alemi çoktan kaybetmiş bir faninin etrafa saçmaya devam ettiği nifak tohumları olarak zemmedebilirlerdi.

Yine bir ihtiyat payı bırakarak söylüyorum, benim izleyebildiğim kadarıyla, bunların hiçbiri olmadı. Olmayışının nedenleri arasında, bu tür bozguncu, yıkıcı, düzenlenmiş akılları karıştırıcı yazarlar için unutturma amacıyla çokça uygulandığını bildiğimiz sessizlikle karşılama yolunu belirtebiliriz. Olsaydı, ne olurdu, bu önemli saptamayı biraz olsun irdelemek, ilerletmek mümkün olur muydu?

Pek sanmıyorum.

Herhangi bir biçimde elverişli bir ilim-bilim, siyaset, tartışma, atışma ortamının çok uzağında bulunuyoruz. Zaten, dilimizde tanrıbilim ya da ilahiyat sözcükleri ile karşılanan teolojinin bütün tartışmaların dışındaki ana düşüncesi, kanıtlanamayanın yadsınması değil, kanıtlamaya uğraşmaksızın kabul edilmesi gerektiğidir; oradan ciddiye alınabilecek itiraz nasıl gelsin! Öteki alanların acınası düzeyi de ortada. Sözün kısası, hem bunlarla uğraşmaya niyetli ve yetenekli karşıt taraflar yok, hem de bu tür incelemeleri sürdürüp kitlelerin bilgisine değişik biçimlerde sunmakta ısrarlı olanlar, başka açılardan falan değil, doğrudan doğruya can güvenlikleri açısından çok yönlü tehditler altındalar. 

Bununla birlikte, sağlıklı inceleme ve tartışmaları kolaylaştırıcı bir ortamın bulunmayışı, çok doğal olmakla birlikte, hiçbir anlamda hayallerimizi öldürücü bir etken değildir. Sosyalist iktidarımızı gerçekleştirdikten sonra kuracağımız, bütün emekçi halkımızın bedelsiz olarak erişimine açık olacak bilimsel eğitim sisteminde, bu tür sorunlar, dinleri bilimsel incelemelerin konusu olarak ele alacak disiplinlerin ve disiplinlerarası alanların gündeminde yer bulacaktır.

O günler gelmeden önce de yapılacak çok iş var elbette. Ama o işlerin şu andaki berbat durumu ortadan kaldıramayacağı bilincinin kazanılması her bakımdan olağanüstü önem taşıyor. Başka bir anlatımla, hem birtakım işleri yapmak hem de onların derde deva olmayacağını bilmek…

Bu çelişik durumu kavramayı ne kadar kolaylaştırır, bilmem de, çok değil birkaç hafta önce, bir “ana sınıfı” öğrencisinin okuldan eve geldiğinde annesine söylediklerini hatırlatmakta yarar var.

Gazetelere de yansımıştı, beş altı yaşlarındaki bu çocuk bir gün okuldan eve döndüğünde, annesine,  artık yaşamak istemediğini, bir an önce ölüp cennete gitmek istediğini; çünkü, buranın çok çirkin, oranın çok güzel olduğunu anlatmış.

Bu tür anlatılarıyla ana-babalarını dehşete düşüren kim bilir kaç çocuk var şu bizim ülkemizde!

Sorunu kökten çözemeyeceğini bilsek de bugünden yapılabilecekler için uğraşmaya değmez mi? Her şey bir yana, o el kadar çocukların akıl sağlığını korumak için bile değmez mi?

Bu dünyanın neden hep yoksullar için öyle acılarına katlanarak gelip geçilecek, zenginler için yaşanıp keyfi çıkarılacak bir yer olduğunu habire sorup durmak, sonunda, sora sora yok yoksul emekçileri de aynı soruyu sorar duruma getirmek az buz iş midir?

O sorularda ısrarcı olmaya başlayan, sadece soru sormakla kalır mı?

O duruma gelmiş emekçiler ve onlarla birlikte biz, hepimiz, esaslı bir yol almış olmaz mıyız?   


Not: Ali Rıza Aydın dünkü yazısında hatırlattı. Meğer 22 Mayıs  “soL Haber Portalı”nın onuncu yıldönümü olacakmış.

soL’un serüveni müthiştir. Bu adına bir türlü ısınamadığımı her fırsatta söylediğim “portal”dan çok önce ve onunla birlikte, her kılığa girmiş, her işi üstlenmiş, aylıktan günlüğe her zaman aralığında kendini göstermiştir. Sadece bizim cenahın değil tüm ülkenin yayıncılık hayatında da hâlâ sürüp giden önemli  bir yer edinmiştir. Yanlış hatırlamıyorsam, Nisan 98’de, aylık olarak yayımlanmaya başlamıştı. O günden bu güne pek çok insan emek verdi. Ben de onlardan biriyim. Yine belleğim beni yanıltmıyorsa, o ilk sayıda, “konuk yazar” bölümünde bir yazım çıkmıştı. Konukluğum çok sürmedi. Girdiği hemen her kılıkta soL’a yazdım. Eski ve yeni dostlar gibi benim yazarlık serüvenimin de çok önemli bir parçasıdır.

Hatırlayıp hatırlatmama vesile olduğu için Ali Rıza’ya teşekkür ediyorum.

Bu arada, doğulu olmamızla bağlantılıdır, bu özelliğimizin bir göstergesidir de denebilir, kendimizden söz etmeyi ayıp sayarız; bence ahlak açısından doğrudur da tarih yazarken gerçeklerin saptanmasını engelleyici olabilir. Bunu bildiğim için, bari ben sözünü edeyim dedim: En baştan beri bu yayına çok büyük emeği geçmiş Kemal Okuyan kardeşim ile birlikte bütün soL emekçilerine ne kadar olabilirse o kadar teşekkür işte…