Vezin

Arapça bir sözcük bu ve özgün yazımı “vezn” biçiminde. Türkçe söyleyiş kolaylığı bakımından değişime uğratıldığı anlaşılıyor. Bizdeki ölçü, tartı sözcüklerinin çağrıştırdığına  yakın anlamları var. Ağırlık anlamını da taşıyor. Sözgelimi, herhalde çok eskiden olmalı, nesnelerin ağırlıklarını ölçme ya da tartma işine yarayan ve bugün terazi olarak bilip söylediğimiz araca “vezne” derlermiş; o aracı yapana da vezneci...

Bu isimden türetilmiş “mevzun” sıfatını bugün bile kullanıyoruz örneğin; düzgün, orantılı, ölçülü anlamlarını taşıyor ve özellikle beden güzelliğine sahip olduğu düşünülen insan için “mevzun vücutlu” deniliyor.

Öte yandan, bu sözcüğün en çok kullanıldığı bir alan da edebiyat. Belli bir ölçüye ve kafiye düzenine bağlı anlatım yolu, biçiminde tanımlanabilecek nazım için başlıca iki tür ölçüden söz edilebiliyor: Biri, dizelerdeki hece sayısının eşitliğine dayanan niceliksel ya da “syllabique”, öbürü hecelerin uzunluk ve kısalık benzeri ses değerlerine dayanan niteliksel ya da “rythmique” ölçüler. Türkçede ise esas olarak iki vezne başvurulduğu biliniyor: Daha çok divan edebiyatında geçerli olan aruz vezni ile halk edebiyatında çok yaygın olarak kullanılan hece vezni. Bir de geçen yüzyılda ortaya çıkan serbest nazım var; orada herhangi bir ölçü kullanılmıyor. Bu sonuncusunda, herhalde, ölçüsüz şiir olmayacağı kabulüyle, serbest vezin kullanıldığının sıklıkla söylendiğini de biliyoruz. Uzun bir girişe dönüşen bu bölümü kapatmadan önce, son cümlede nazım yerine şiir deyişimizin yaratabileceği soru işaretini gidermek için eklenebilir: Her şiir nazım denilen anlatım yolunu tutmuş bir eserdir, ama her manzum eser şiir değildir; şiir sayılabilmesi için başka bazı özellikleri de taşıması gerekir.

Buraya kadar söylediklerimizden, bugün genellikle ölçü sözcüğü ile karşılanan veznin hemen her alanda, her işte, her üründe, kuşkusuz bazılarında daha az bazılarında daha çok olmak üzere, önem taşıdığı düşüncesinin ileri sürüldüğü anlaşılmış olmalıdır. Toplumsal hayatın bütün alanları için geçerli olduğu söylenebilir bu düşüncenin.

Olası bir yanılgıya yol vermemek için vezin yahut ölçü derken, bunun öneminden söz ederken, iki dayanak noktasını gözetme zorunluluğunu belirtmek gerekiyor. Birincisi, ele alınan olgunun ortaya çıkışında belirleyici olan etmenlerin ağırlığını tartmak, ona göre verili koşulları ve geleceği değerlendirmek; ikincisi, özellikle siyasal pratikle doğrudan ilgili durumlarda, asıl amacın ya da hedefin doğru belirlenmesi ve asla gözden kaçırılmaması. Bunlar yeterince gözetilmezse, ölçülü olmak ile ortalamacı olmak birbirine karıştırılabilir, hemen her zaman var olan bu tehlikeli olasılık gerçeklik kazanabilir.  

Şimdi, örneklerle anlatmanın kolaylığından yararlanmak üzere, siyasete ve siyasal-iktisadi çözümlemelere ilişkin örneklerle devam etmekte sakınca yok.

Öyle yapalım ve yüz yıl kadar önceye gidelim.

Avrupa’da, dolayısıyla dünyada, Marksizm’in tartışılmaz biçimde birinci sırada konumlandırılan ustası Karl Kautsky’dir; Marx’ın kendisiyle değilse bile onun kurucu dostu Engels ile çok yakın olmuş, çalışma arkadaşlığı yapmış, en sonunda, deyişin ne kadar uygun olduğu üzerinde durmadan söylersek, ondan “el almıştır”. İşte o Kautsky, 1914 ve 1915 yıllarında emperyalizme ilişkin çözümlemeler yaptığı birkaç yazı yazar ve dev tekellerin gelişmesinin, uluslararası ölçekte bir birliğe, bir “ultra-emperyalizm”e, bunun sonucu olarak da yeryüzünün hep birlikte, ortaklaşa sömürüleceği dünya çapında bir barışa yol açacağını; en azından böyle güçlü bir olasılığın bulunduğunu öne sürer. O sıralar geri ve despotik bir ülkenin önde gelen düzen karşıtı siyasetçilerinden biri olarak  kayda değer bir uluslararası tanınırlığı ve saygınlığı bulunmayan Lenin ise, kısa bir süre sonra açık açık “dönek” ilan edeceği bu Marksizm ulusuna şiddetle karşı çıkar. Ona göre, ekonomik gelişmeler çok büyük tekellere ve tek bir evrensel tekele doğru gidildiği görünümü vermekle birlikte, buradan bir ultra-emperyalizmin doğacağı sonucuna ulaşmak hem saçmadır hem de emperyalizmin dünya ekonomisindeki eşitsizlikleri ve çelişkileri azaltacağı biçimindeki son derece yanıltıcı bir düşünceyi proleter saflarda yaygınlaştırma tehlikesini barındırır. Oysa, gerçekte, ister bir emperyalist grubun bir başkasına karşı birleşmesi, ister bütün emperyalist devletleri kucaklayan genel bir ittifak biçiminde olsun, emperyalistler arası ya da ultra-emperyalist ittifaklar, kaçınılmaz olarak, iki savaş arasındaki dönemlerin silah bırakışmaları olmaktan başka anlam taşımaz. Barışçı ittifaklar, savaşları hazırlar ve savaşlardan doğar; aynı temel üzerinde, dünya siyasetinin ve ekonomisinin emperyalist bağlantı ve ilişkileri temeli üzerinde barışçı olan ve olmayan mücadelenin almaşık biçimlerini yaratarak, biri ötekini koşullandırır.

Kısacası, Lenin, tekellerin ortaya çıkışını ve dünya çapında tek bir tekelin doğuşuna yol açma izlenimi yaratabilecek derecede egemenlik kurmasını saptamakta farklı düşünmemekle birlikte, iç çelişkilerini yok etmiş ya da önemsizleştirmiş bir ultra-emperyalizm öngörüsünde somutlaşan ölçüsüzlüğe karşı çıkmış oluyor.

Madem bu büyük devrimciden söz açtık, yine onun kullanımından sonra yaygınlık kazanmış bir söze değinebiliriz. “Çubuğu tersine bükmek” deyişidir bu. Toplumsal mücadelede sınıf karşıtlarının benimsetip yaygınlaştırmaya çalıştıkları ve bunda şu ya da bu derecede başarılı oldukları eğilimlerin, tutumların, düşüncelerin etkisizleştirilmesi için onlara kesin bir karşı çıkış sergilemek, o yanlışların yerine doğruları koymak gerekir. Başka türlü anlatılırsa, eğriltilmiş ve yanlış yönü gösteren bir çubuğu doğrultmanın yolu, onu ters yöne bükmek ve bu işi yeterli bir güç uygulayarak yapmaktır. Ancak, tam bu noktada, şu ölçü boyutunun akıl yürütmemize içerilmesi bakımından, o tersine bükme işlemi sırasında ölçüsüz, tartılmamış bir güç kullanmanın, doğrultulmaya çalışılan çubuğun kırılmasına, böylece büsbütün işe yaramaz  duruma getirilmesine yol açma olasılığını belirtmekte yarar var.

Bu kez ultra-emperyalizm örneğindeki durumun tersine olmak üzere, bir başka örneği,yüz yıl ileriye gidip günümüze ve ülkemize gelerek vermek mümkün. Tersine dememizin nedeni, ultra-emperyalizm, deyiş uygunsa, iç çelişkilerin küçümsenmesine bir örnekse, bu kez değineceğimiz örnekte onların abartılmasının söz konusu olmasıdır. İstenmeyen, varlığıyla  acılar/sıkıntılar/sorunlar yaşatan bir toplumsal-siyasal özneyi alt etmek için onun barındırdığı çelişkilerden yararlanma, onları derinleştirerek çözümsüzleştirme, böylece kurtuluşu sağlama eğiliminden söz ediyoruz. Açıkça dile getirildiğine pek seyrek rastladığımız  bir eğilim bu ve, genellikle, kendi gücüne ilişkin güvensizliğin ileri düzeylere varması ve karşı güçlerin abartılması ile birlikte oluşuyor. Diyelim, alışılmış sürelerin ötesinde kalıcılık gösteren bir iktidarın karşısında, onun içinde var olan çelişkiler  zaman zaman çok da ustalıklı denebilecek biçimde çözümlenip saptanıyor ve bunlar üzerinde sonu gelmeyen irdelemelere girişiliyor. Bu kadarla kalsa iyi; zaman kaybına, kimileyin de dayanılması güç bir bıkkınlığa neden olmanın ötesinde büyük bir zarar vermediği düşünülebilir. Ama, o kadarla kalmıyor ve siyasal eylem programlarına yansıyorsa, gözünü o iç çatışmalara dikip onları kışkırtma, çoğaltma, daha da kötüsü çekişen tarafların birinden medet umma gibi mücadelecileri saptırıcı, dolayısıyla tehlikeli sonuçlar doğurabilir.    

Son olarak, sık sık olduğu gibi bugünlerde de karşılaştığımız yanılgılardan birine, ekonomik krizlerin uzantılarının, etkilerinin abartılmasına, bu anlamdaki ölçü yoksunluğuna değinebiliriz. Ekonomik krizlerin birbirini izlemesi, bunların etkilerinin birikimli olarak ortaya çıkması ve her birinin sonradan gelenler üzerinde ağırlaştırıcı etkilere yol açması, özellikle, benzer kapitalist ülkelerde olduğu gibi Türkiye için de doğrudur; gerçekliğe uygun saptama ya da öngörülerdir. Bu tür gelişmelerin hepsinin birden emekçi yığınların hayatını zorlaştırıcı, git gide katlanılması çok güç baskılar yarattığı da aynı derecede geçerli bir saptamadır. Ama bunlardan hareket ederek, bugünkü çok uzun sürmüş iktidarın yaşanan ve yaşanacak ekonomik krizlerin sonucu olarak ömrünü tüketeceği beklentisi, belli başlı etmenlerin göreli ağırlıklarının tartılmasındaki yanılgı ve yetersizliklerin ürünü olan bir ölçüsüzlüğün göstergesidir. Böyle beklentilerin yol açabileceği sonuçlardan biri ise, önceki paragrafta sözü edilenden daha az tehlikeli olmamak üzere, temelsiz umutların peşine düşülmesine eşlik edecek  bir eylemsizliktir. 

Bir de, hepten vezinsiz olanlar var.

Demokrasi deyip durdukları bir “şey”den başka ölçü bilmediklerinden, sanki herhangi bir zamanda onun içinde olmuşlar ve gelecekte olabileceklermiş gibi, uzaklaştıklarını düşündükçe onu yaklaştırmak, geri getirmek, yeniden kurmak ve benzeri hülyalarla avunanlar, avunmakla kalsalar kendilerinden başkasına zararı olmaz, bu yolda konuşup harekete geçmeyi öngörenler mi demeli… Kendi kurtuluşlarının git gide imkânsızlaştığını fark ederek ikinci kurtuluş savaşından dem vuran ve Goebbels’in öğütlerine uygun biçimde yalanlarını soluk almaksızın tekrarlayarak inanılır kılmaya çabalayanlar mı demeli… Yoksa sokaklarda, meydanlarda, statlarda, yollarda, bellerde can alıcılar kol gezdikçe içe kapanarak yahut dışarıya sıvışarak kaçıp kurtulmayı tasarlayanlardan mı söz etmeli…

En iyisi, hiçbirine takılmamak. İflah olabileceklerle uğraşmayı ihmal etmeden, bunu yaparken de ölçülü olmanın ve dayanaklarının önemini unutmadan…