Uygarlığın Senin Olsun!

Adı gerekmez, adam “köprü uygarlığı”ndan söz ediyor “Köprü uygarlıktır.” diye yazmıştı galiba köşesinde. Bu kadarla da kalmayıp, çok eskiden, üniversite öğrencisi iken köprüye karşı çıktıklarını “utanarak” hatırladığını ekliyor. Bu takıntısını, düzenli olmasa bile arayı pek açmadan tekrarladığını da ben hatırlıyorum. Görmüş geçirmiş bir “solcu” olarak, evet tam böyle işte, tırnak içinde solcu olarak, eski yanlışlarını, eşi az görülür bir nesnellikle yazmaktan kaçınmaz doğruya doğru! Herhalde, bunu yaptıkça, nasıl bir toplumsal fayda ürettiğini ve yıllardır istiflemekte olduğu gazeteci-yazar maaşını hak ettiğini düşünüyordur. Solcu dedik ya, o yüzden, patrona iyi hizmet ediyor olması onu kesmez ve toplumsal bir katkı da sağladığını bilmek ister. Böylece, pamuklar içindeki solcu vicdanı örselenmemiş olur.

Bu adı gerekmezin söylediğinde gerçekliğe uygun bir yan var. Gerçekten de, altmışlı yılların ikinci yarısında Türkiye’nin sosyalistleri “Boğaza inci gerdanlık” diye halkın kafasına da sokuşturulmaya çalışılan İstanbul boğaz köprüsü tasarısına karşı çıkmışlardı.

Epey militanca ve yaygın bir karşı çıkıştı bu. Bir örnek verirsek, karşı çıkışa ilişkin bu nitelemelerimizin abartılı olmadığı anlaşılabilir.

Yakın zamanda, 2005’te yitirdiğimiz değerli sanatçı Mehmet Ulusoy’un Ali ve Işıl Özgentürk’le birlikte kurduğu Devrim için Hareket Tiyatrosu, sokaklarda, meydanlarda, üniversitelerde, işyerlerinde, mahallelerde “sokak tiyatrosu” yapıyordu. Onların oralarda sergiledikleri oyunların ikisinin adını çok net hatırlıyorum: Grev ve Köprü. İlki, bildiğimiz grev işte. İkinci oyun ise, hatırladığım kadarıyla, o sıralarda ülkenin gündemine girmiş bulunan İstanbul boğazına köprü yapılmasını ele alan ve bunu yaparken de büyük ölçüde Türkiye sosyalist hareketinin argümanlarından yararlanan bir oyundu.

Sonuç, ülkemiz solculuğunun pek çok başka karşı çıkışlarındakine benzer bir sonuç oldu, biliyoruz: Karşı çıkışlar bir şeyi değiştirmedi ve üçbeş yıl sonra ilk boğaz köprüsü açıldı. Yaklaşık bir 15 yıl kadar sonra da ikinci köprü tantanayla hizmete sokuldu.

Yukarıdaki iki cümleden ilki, solun yenilgisini ortaya koyuyor. İkincisi ise bir tür “galip sayılır bu yolda mağlup” durumunu gösteriyor çünkü, solcular bu biri yapıldıkça bir sonrakine kapı açacak gerçeğini ta o zaman karşı çıkarken söylemişlerdi. Hele, ikincisinin üzerinden aşağı yukarı yine aynı süre geçtikten sonra üçüncüsünün lafının, şimdiyse lafın ötesinde, “Eylül’de başlanacak” afra tafrasının ortaya çıkışından sonra, solcuların haklı oldukları, başka bir anlatımla, yenilmedikleri besbelli.

Nasıl belli? Şöyle: Bunun sonu yok yaptıkça yenisini yapacaksın ve yenisini yaptıkça derde derman olmayacak. İki köprü yapıldıktan sonra boğazdan geçen taşıt sayısının 30 kat, insan sayısının ise sadece 4 kat arttığını gösteriyormuş istatistikler.

Münafık solcular bunu da hep söylemişlerdir. İnsanlığa sunduğu en parlak bir iki nimetinden biri otomobil olan bu kapitalist uygarlık, yolu da köprüyü de hep onun için yapar: Daha çok yol, daha çok köprü, daha çok alt-üst geçit, daha çok tünel bilmemne olsun ki, daha çok otomobil üretip satsınlar, onların deposunu dolduracak daha çok petrol çıkarıp satsınlar, eskiyip tükenecek lastiğini parçasını marçasını daha çok yapıp satsınlar…

Ek bir bilgiyi daha ayraç içinde not edebiliriz: Sanayi işletmelerinde adıyla anılan yeni bir üretim sistemi geliştiren Ford, bir otomobil fabrikasının patronudur Rockefeller ise içinden ABD senatörleri, valileri ve başkan yardımcıları çıkarmış ilk dev petrol tekelinin sahibi ailenin adı ve her ikisi de Amerikalıdır. Her ikisi de amerikan hayat tarzının yaratıcıları ve simgeleri arasında yer almıştır.

Yerine yenisi bulunamamış uygarlık nimetine dönecek olursak, en az bunlar kadar önemlisi, emekçi insanların şöyle direksiyonuna kurulup rüzgâr gibi geçip gidecekleri bir otomobile sahip olmak uğruna çalışıp çabalamaları eksik gedik, doğru yanlış, haklı haksız kafaya takmamalarıdır.

Bizim gariban ülkemizin bile en yok yoksul bir zamanında nasıl okuyup da dilimize düşürmüştü şarkıyı Münir Nurettin üstadımız:

“Otomobil uçar gider
Gönlüm gibi kaçar gider
Ben talihin peşindeyim
Talih benden kaçar gider”

Lakin, burada, uçup gitmek bir yana, adım adım gitmek, durup durup gitmek, hatta çoğu kez hiç gitmemek varmış ulaşım diye bildiğimiz, insanların ve onların ürettikleriyle üretmek için gerekli nesnelerin bir yerden bir yere ulaştırılması olmaktan çoktan çıkmış uygarlığımızın otomobillerini uygarlığımızın köprülerinden geçirmek için, bu arada parmakla gösterilebilecek seçkin yurttaşlarımızın kârlarını ve rantlarını katlamak için parmakla sayılamayacak kadar çok ve pek de seçkin olmayan yurttaşlarımızın havasını, suyunu, ormanını, kıyısını, geçmişini, geleceğini kim bilir ne yapacakmışız… Ne gam!

Her şeyin bir fiyatı var. O kadar olur. O kadar kusur kadı kızında da olur.

Üstelik, muhteşem Süleyman babamız birinci gerdanlığa adını yazdırmış, trenin ve demiryolunun komünist işi olduğunu halkımızın belleğine kazımış demokrasi kahramanı Özal beyimiz ikinci gerdanlığın üzerinden otomobiliyle ilk geçen olmuşken hem Recep hem Tayyip bir Erdoğan’ın eliyle üçüncünün takılmasını neden çok görelim!

Takılsın varsın. Fazla gerdanlık göz çıkarmaz.

Çıkarmaz çıkarmasına da şu da akla geliyor ister istemez:

Bir mesel vardır, bir oğlu olan görmemişin çocukcağıza ne yaptığını anlatır. Ondan esinlenerek, “Görmemişin gelini olmuş, gerdanlık dize dize boynunu koparmış.” diyebiliriz.

Ancak, iki fark var. Birincisi, azgınlık görmemişlikten değil doymak bilmez açgözlülükten geliyor. İkincisi, gelin eşi benzeri olmayan güzellikte bir gelin ve gelmişi, geçmişi, geleceğiyle bizim gelinimiz.