Ülkenin en büyük sorunu

Ülke derken bizim ülkemizi, sınıf gözlüğüyle bakma derdinde olduğumuz için de emekçilerin Türkiye’sini anlatmak istiyoruz. Peki, niye açıkça belirtmedik başlıkta? Şu nedenle ki, bu sorun bugün hemen her ülke için geçerlidir ve hepsi için de en büyük sorun olarak vurgulanabilecek bir ağırlık taşımaktadır. Öyleyse, ülkelerin ya da dünyanın en büyük sorunu da diyebilirdik pekâlâ.

Buradaki “büyük” sıfatı ise birçok anlamı, hatta ilk bakışta o kadar da birbirine yakın görünmeyen birden çok anlamı çağrıştırmak üzere kullanılıyor.  Bir yandan, zorlu, üstesinden gelmesi kolay olmayan; bir yandan, epeydir uğraşılmış, ama çözülememiş, dolayısıyla hâlâ güncelliğini koruyan; bir yandan da, pek çok başka sorunun kaynağını oluşturduğu için, ivedilikle, olabildiğince hızlı bir biçimde çözüme kavuşturulması gereken…

Bu sorun, emekçi insanlığın geçen yüzyılda dev adımlar attığı, ama sonunda yenilerek bir süredir kenara çekilmiş göründüğü sosyalist toplumun kuruluşudur; insanın insanı sömürmesine ve türlü yollarla ezip posasını çıkarmasına yol açan kapitalizme kesin olarak, geri dönülmez biçimde son verilmesidir. Bunun sorunların en büyüğü olarak belirtilmesinin nedeni ise, yeniden vurgulamakta yarar var, belli başlı bütün sıkıntıları, güçlükleri, darboğazları ortadan kaldırmanın bu sorun çözülmeden mümkün olmayışıdır.

Güzel.

Güzel demişken, hemen akla gelir, en güzel sanat eseri sosyalist toplumdur. Öyle olacaktır. Bunu da biliyoruz. Yeterince eskiden beri olmasa bile, artık öğrenmiş durumdayız.

Ancak, en büyük sorunu sosyalist toplumun kurulamayışı olarak belirlediğimizde, konuyu çok genel bir düzeyde saptayıp orada, o erişilmezlikte diyelim, bırakmış oluyoruz. Biraz daha somutlaştırmak, daha elle tutulur bir yakınlığa getirmek gerekiyor.

Sosyalist toplumun kuruluşunun güncellik kazanabilmesi, yaşamakta olduğumuz günün işi durumuna gelebilmesi için o toplumu, deyiş uygunsa, tarihsel bir alınyazısı olarak taşıyan sınıf ve katmanların siyasal iktidarı ele geçirmiş, başka bir anlatımla, devrimi gerçekleştirmiş olmaları gerekir. Devrim ise ne insanların ve onların oluşturdukları toplumsal sınıfların iradelerinden bağımsız birtakım nesnel koşulların eksiksiz ya da aşağı yukarı eksiksiz olarak oluşup olgunlaşmasıyla, ne de onların iradi karar ve eylemleriyle gerçeklik kazanabilir. Siyasal iktidarın sınıfsal içeriğinde köklü bir dönüşüm anlamındaki devrimin gerçekleşebilmesi bu iki kategori önkoşulun şu ya da bu ölçüde birlikte var olması ile mümkündür.

Emekçi insanlığın yüzlerce yıllık düşünce ve eylem birikiminden süzülerek gelmiş öğretilere göre, devrimin olabilmesi için bir devrim durumunun  -ya da devrimci durumun-  ortaya çıkmış olması gerekir.

Aynı birikim, bize devrimci durumun varlığına ilişkin göstergeler konusunda da yardımcı oluyor. Buna göre, söz konusu göstergeleri devrim durumunun nesnel ve öznel koşulları olarak iki ana başlık altında toplamak mümkün.

Nesnel koşullar, birbiriyle bağlantılı üç göstergenin varlığıyla kendilerini belli ediyor. Birincisi, egemen sınıfların egemenliklerini hiçbir değişiklik olmaksızın sürdürme imkânlarının kalmamış olması. Şöyle de söylenebilir: Ezilen sınıfların eskisi gibi yaşamak istemiyor olmaları genellikle yetersizdir; yukarı sınıfların da artık eskisi gibi yaşayamıyor ve yönetemiyor olmaları gerekir. İkincisi, ezilen sınıfların acılarının ve isteklerinin her zaman olduğundan daha fazla ağırlaşmış olması. Üçüncüsü, bütün bu nedenlerin bir sonucu olarak, olağan zamanlarda soyulmaya şikayetsizce razı olan yığınların eyleminde hatırı sayılır bir yükselişin ortaya çıkması.

Birçok öznel öğeyi barındırıyor göründüğü halde bunlara nesnel koşullar diyoruz; çünkü, bunların tümü de yalnız tek tek grupların, toplulukların, partilerin değil tek tek sınıfların da iradelerinden bağımsız olarak ortaya çıkıyor.

Öznel öğeyi ya da bir devrim durumunun bütünlüğünü ve devrime dönüşebilme olasılığını var eden ön koşulu ise, kısaca ve tek bir sözcükle, örgüt olarak özetlemek mümkün. Bir devrim durumu, sıralanan nesnel koşullar, yığınların eylemini kavrayıp iktidarı almaya yönlendirebilecek devrimci sınıfın ve örgütünün varlığı ile birleştiğinde, ancak o zaman, devrime dönüşebilir. Yine de, bütün bu koşullar bir araya gelmiş olsa bile, “dönüşebilir” diyoruz, “dönüşür” değil. Nedeni açık olmalı: Sınıflardan ve örgütlerden tek tek insanlara kadar pek çok etkenin rol oynadığı bir toplumsal alt üst oluş sürecidir konu edilen ve ancak artan/azalan yahut çok artan/çok azalan olasılıkları dile getirmekle yetinmek gerekir. Kuşkusuz, bir ekle birlikte: Bir devrimci durumun devrime dönüşüp dönüşmeyeceğini kimse bilemez; buna karşılık, kapitalizm denilen köhnemiş vahşet düzeni var oluşunu sürdürdükçe, devrim durumları hiç bitmez. Öyleyse, az önceki cümleyi şöyle düzeltmekte yarar var: Hangi devrimci durumun, şimdikinin mi, şimdiki derken gelmesi kaçınılmaz olanın mı, bir sonrakinin mi, yoksa daha sonrakinin mi devrime dönüşeceğini kimse önceden bilemez.

Bu kadar “temel bilgi” yeter. Artık ülkemizin en büyük sorununu biraz daha somutlaştırabilecek  durumdayız.

O sorun, ülkemizin bütün yaşamsal sorunlarını, onların kaynağını oluşturan ve emekçileri kölelik ile yaşamaktan vazgeçme arasında tercihe zorlayan bu sınırsız sömürü ve zorbalık düzenini ortadan kaldıracak bir sosyalist iktidarın hem amansız arayıcısı hem en sağlam güvencesi olarak bir devrimci partinin yaratılmasıdır; o partinin kapasite ve imkânları geliştirilirken emekçi yığınlarla bağlarının hızla güçlendirilmesidir. Bununla bağlantısı olmayan ya da kurulamayan sorunlarla uğraşmak bir yana, onlara zaman ayırmak bile kaynak savurganlığıdır.

Bunun uzun ve basbayağı zorlu bir yol olduğunu bilmiyor değiliz elbette. Bir vakitler, hocamız, yoldaşımız, arkadaşımız olmuş, hâlâ yanımızda hissettiğimiz ak saçlı bir kadın çıkmış, yolumuzu ve yapmak durumunda olduğumuz işi bir maraton koşusuna benzetmişti. Sonra bir şairimiz çıktı, içimizden biri için, onun en güzel 100 metresini koştu, diye yazdı.

Hatırlıyoruz.

Aslında, hem bir maratondur koşmakta olduğumuz hem de 100 metre; çünkü, hep birlikte koşuyoruz. Kimimiz 100 metresini en iyi koşuyoruz onun, kimimiz orta mesafesini, 800’e, 1500’e mi öyle diyorlardı, kimimiz uzun mesafeleri koşmakta iyiyiz. İyi olmak da bir yana, kimimizin ömrü, kimimizin de inadı ve dayanıklılığı ancak kısa mesafelere yetiyor.

Belki de 100 metrelerden oluşan bir maraton ya da, en doğrusu, kimileyin 100 metre hızında, kimileyin 20 kilometre yürüyüş temposunda süren bir maratondur koşmak durumunda olduğumuz.

Önemli olan sadece uzunluklar ve hızlar da değil ayrıca.

Gün olur iğneyle kuyu kazmaktan farksız görünür yapmakta olduğumuz iş, gün gelir  başardıklarımıza kendimiz bile inanmakta güçlük çekeriz.

Kısacası, yolumuz ne baştan sona acılarla doludur ne de alabildiğine eğlenceli, ama hem katlanmaya hem tadını çıkarmaya değerdir. Yeter ki, yolun tadına varmayı da boşlamayalım derken, ulaşacağımız hedefi akıldan çıkarmak aymazlığına düşmeyelim.