Tekel Direnişinde Sona Doğru

Yazacaklarıma “şom ağızlılık” denebilir. Olsun. Bunları da şimdiden düşünmek gerekir.

Gerçi, direnişteki işçiler, bu diyeceklerimin hiç değilse bazılarını mutlaka düşünüyorlardır kuşkusuz eyleme girişirken değilse de ilerledikçe, direniş sürüp gittikçe düşünmeye başlamışlardır ama, bir kez daha tekrarlamaktan zarar gelmez. Üstelik, atlanmış, yeterince üzerinde durulmamış birkaç noktanın daha gündeme getirilmesine yol açabiliriz belki.

Bugüne kadar direnişin özelliklerine, sorunlarına ve başardıklarına ilişkin çeşitli değerlendirmeler yapıldı bu ortamda. O açılardan bir değerlendirme yaparak birtakım sonuçlara, belki de bazı genellemelere ulaşma imkânı önümüzdeki haftalarda da olacak, hatta o zaman daha da çoğalacaktır dolayısıyla, öyle bir değerlendirmeye girişmek bu yazının amacı dışında kalıyor. Ancak, bir iki değinmeye yer vermekte de sakınca yok.

Tekel işçilerinin iki aya doğru giden direnişleri, işçi sınıfının Zonguldak dirilişinden ve “89 Bahar Eylemleri” adıyla tarihimize geçmiş eylemlerden sonra, en önemli hareketlenmelerden biridir. Bununla birlikte, gerçekten de, Kemal Okuyan’ın 15 Ocak’ta burada yazdığı gibi, “(…) koşulların değiştiğini, sınıf mücadelelerinin, içerik ve mantık açısından aynı kalmakla birlikte, aldığı biçimler ve ‘hareket hızı’ bağlamında yeni bazı özellikler kazandığını hesaba katmak gerekiyor. Türkiye, bundan 40 yıl önce yüz bin işçinin görkemli yürüyüşünü taşıyamamış, sınıf hareketi bir bütün olarak mevzi kaybetmiştir. Türkiye şimdi on bin kadar Tekel işçisinin yerinden oynattığı bir ülkedir. 70 milyonu 10 binin sırtına vuramazsınız ama ‘yerinden oynatma’ işlemini asla küçümseyemezsiniz.”

Buradaki “yerinden oynatma” deyişi kimilerince biraz abartılı bulunacaktır. Olabilir. Ama, öyle düşünenlerin de, haftalardır başkentin göbeğinde, dolayısıyla bütün ülkenin gözleri önünde olağanüstü barışçı, ama olağanüstünün daha üstü varsa eğer, o kadar da gözü kara biçimde direnen ve toplam sayıları bakımından gerçek anlamda “bir avuç” işçinin, yıllardır tokat atana öbür yanağını uzatan bir ruh durumu içindeki toplumda yarattığı etkiyi daha iyi anlatmanın bir yolunu göstermeleri gerekmez mi?

Öte yandan, direnişçi işçilerin, en sonunda ulaşacakları sonuç ne olursa olsun, sadece kendi sınıflarına değil bütün topluma öğrettikleri hiçbir şey olmamışsa, Fatih Yaşlı’nın 26 Ocak günü burada yazdığı gibi, şu olmuştur: “Şimdi binlerce Tekel işçisi, tüm Türkiye’ye nasıl yeniden insan ve yurttaş olunabileceğini öğretiyor. Şimdi binlerce işçi, memleketin ve memleketin zenginliklerinin gerçek sahibinin aslında kendisi olduğunu ve zaten kendilerine ait olan bir şeyi onlara başkasının veremeyeceğini öğreniyor. Yurttaşlık bilgisi dersinin tam ortasındayız, nasıl yurttaş olunacağını ve yurttaşların yönettiği yeni bir cumhuriyetin nasıl kurulacağını birlikte öğreniyoruz, öğrenmeye devam ediyoruz.”

Dediğim gibi, konunun bu yanlarına girmeyi önümüzdeki haftalara bırakalım ve hükümet üyeleri ile Türk-İş başkanı arasında Perşembe akşamı gerçekleşen görüşmeden sonra ortaya çıkan duruma bakalım.

Siyasi iktidarın bu noktaya gelişi, Türk-İş yöneticileriyle görüşmenin kabul edilerek görüşme sonunda Erdoğan’ın iki bakanını çözüm bulmakla görevlendirdiğinin açıklanması, gerileme olarak değerlendirilebilir mi? Evet, daha önce, “yetim hakkı yedirmem”, “merhamet göstermekle hata mı ettik” türü sözlerden başka söz ve cop, gaz, gözaltı uygulamalarından başka eylem sergilemeyen tarafın buraya gelişi bir gerilemedir ve bu gerileme direnişin başarısıdır. Bu çerçevede, direnişçilerin haklı olarak çok daha iyisinin yapılabileceğini düşündükleri, ama hiç dinmeyen bir yağmur altında on binlerce insanın kararlılıklarını sergileyen Ankara mitingi ve sonrasında Arınç’ın “sokaklar ürkütüyor” anlamındaki sözleri, önemli göstergelerdir. Bu ürküntünün bireysel değil, kolektif bir ürküntü olduğunu ve istediğinde bolca gözyaşı dökmekle meşhur o politikacının başta Erdoğan olmak üzere bütün kader arkadaşları için geçerlilik taşıdığını düşünmek doğru olur.

İşçilere basın mensuplarınca yöneltilen “daha nereye kadar gerilerlerse, ne önerirlerse kabul edersiniz” türünden sorular anlamsızdır. Ama, örneğin, şunun üzerinde kafa yormak son derece anlamlıdır: Perşembe akşamı gerçekleşen görüşme, aslında, karşı tarafın kendi arasında bu sorunu konuştuğu bir görüşme olmuştur. Orada direnişin temsilcileri bulunmamıştır. Oysa, en başta değilse de, şu ana kadar çoktan bir “direniş komitesi” ortaya çıkmış olmalıydı. Olabilseydi, anılan görüşmeyi hükümet temsilcileri ile bu komitenin üyesi olan direniş temsilcileri yapardı ve o zaman gerçekten karşılıklı bir görüşmeden, birbirinin niyetini ve kararlılığını anlama, olabilecek ve olamayacakları kavrama görüşmesinden söz edilebilirdi.

Peki, iktidar bundan sonra nasıl adımlar atabilir? Eksiği fazlası kuşkusuz olacaktır ama, birlikte ya da ayrı ayrı atılması muhtemel bazı adımları sayabiliriz.

Birincisi, işçileri bölmektir. Bunun için çeşitli yollar denenebilir. Sözgelimi, genellikle destekleyici bir tavır alan emekçiler kitlesi içinde Tekel işçilerini “ayrıcalıklı” gibi göstererek onları ana kitleden soyutlamak amacıyla her aracı kullanabilirler. Öte yandan, direnen işçiler arasında farklılaştırılmış gruplara farklı ödünler vererek onları kendi içlerinde bölebilirler. Aynı amaçla, işçiler arasında eskiden beri var olan siyasal, toplumsal farklılıkları çeşitli biçimlerde kışkırtmayı da devreye sokabilirler. Ayrıca, direnişçilerin mekân açısından en yakın çevresi durumundaki o sokakların esnafı ile aralarında yapay anlaşmazlıklar çıkarabilir ve doğallıkla çıkabilecek bazı sıkıntıları kullanarak sürtüşmelere yol açabilirler.

İkincisi, birtakım ödünler vermektir. Zaten, şu anda, ilk konumlarına göre ödün vermiş durumdadırlar. Bunu biraz daha ileriye götürebilirler. Bunu yaparken de “verilebilecekleri verdik, bunların da gözü doymuyor” propagandasını başlatabilirler. Hem de böyle bir propagandayı sadece “yandaş” diye söylenegelen medyayı değil, son günlerde işçilere olumlu yaklaşmaya başlamış medya organlarını da işin içine katarak yapabilirler.

Üçüncüsü, bütün bunları yaparken gerçekten üzerinde durulabilir çözüm yollarının gündeme gelmesini ve sonuca yaklaşılmasını geciktirmeyi de becermiş olurlar.

Dördüncüsü, daha başlarda el altından karşı tarafa ilettikleri, “tamam, verelim bir şeyler de, işçiler direnip de aldılar anlamına gelmesin” mesajlarını yeniden, ama çok daha ısrarlı biçimde gündeme getirebilirler.

Beşincisi, hiç elden bırakmadıkları tehdit ve baskı silahını önce aşamalı biçimde ve yavaş yavaş, sonra hızlanarak ve şiddetini artırarak etkinleştirebilirler. Bu adımın, yukarıda değinilenleri büyük ölçüde gündemden düşürecek bir biçimde tekleştirilmesi ise, Erdoğan’ın artık anlaşılmış olması gereken ruhsal durumu hatırlandığında, çok da düşük bir olasılık sayılmamalıdır.

Sonuç olarak, şu anda sona ulaşılmış olsaydı, siyasi iktidarın yenildiğini söylemek gerekirdi. Ama daha iş bitmemiştir. Zaten iktidar yenik bitirmeyi kabullenemez, çünkü iş boyutlanmış ve çok fazla göz önünde cereyan etmiştir ama henüz nokta konmamış olduğu için de yenik bitirmemeyi sağlamak üzere yukarıda özetlenenleri, birkaç eksiği veya fazlasıyla, yapmaya uğraşacaktır.

İşçilerin tarafı ise şu anda kazanmış durumdadır. Güncel dava, 10 bin dolayındaki Tekel işçisinin kazanılmış özlük haklarını koruyup koruyamamaları sorusu, işçilerin lehine sayılabilecek, kesinlikle öyle olmasa bile, başlangıçta siyasi iktidarın getirmek istediklerinin hemen hemen hiçbirini hayata geçiremediği bir sonuç ile yanıt bulursa, işçiler hem özel olarak bu somut mücadelede hem de genel anlamda kazanmış olacaklardır. Ama iktidarın buraya kadar gerileyebileceğine ilişkin herhangi bir veri, en azından şimdilik ortada yoktur. Dolayısıyla, ulaşılma olasılığı yüksekçe görünen ve az çok olumlu bulunabilecek sonuçlardan hangisi gerçekleşirse gerçekleşsin, işçilerin yengisi bir yetmezlik duygusu, bir burukluk yaratabilecektir. Oysa, bugün için olabilecek en olumsuz sonuç bile ortaya çıksa, direnen Tekel işçileriyle birlikte bu toplumun her coğrafi bölgeden, her ulusal kökenden, her siyasal eğilimden emekçilerine verilmiş bir ders şimdiden ortadadır. Bu dersin ne olduğunu, Fatih’in yukarıya aldığım son cümlesi iyi anlatıyor, onu yeniden yazmam yetecektir: “Yurttaşlık bilgisi dersinin tam ortasındayız, nasıl yurttaş olunacağını ve yurttaşların yönettiği yeni bir cumhuriyetin nasıl kurulacağını birlikte öğreniyoruz, öğrenmeye devam ediyoruz.”

Yazının başlığını bir “mu” ekleyerek soru cümlesine dönüştürmek gerekiyor aslında çünkü, bu direnişin sözcüğün yaygın anlamıyla bir “son”u olmayacaktır. O yeni cumhuriyeti kurma işini hepimiz öğreninceye kadar bu soydan direnişler sona ermeyecektir.

Direnen işçilere gelince…

Onlar özelleştirmeye karşı mücadele sırasında yarattıkları “Tekel vatandır, satılamaz” sloganından sonra Ankara direnişinin öğrettiği ve öğrenilmesini kolaylaştırdığı derslerle tarihimizdeki yerlerini almışlardır.

Kesin olan budur.