Tehlike

Belki, aynı tehlike, yaklaştığını hatırlatmak için de, aynı yakın tehlike demek daha doğru olurdu. Az ya da çok farklı koşullarda ve bunlara bağlı olarak öncekilere benzemeyen bir görünümde ortaya çıksa, muhtemelen öyle çıkacak olsa da, aynı demekte sakınca yok, yakınlaştığını vurgulamakta da…

 

Biraz genelleyerek söylersek, savunma ve elde avuçta kalanı koruma diyebiliriz; bu sözcüklerle anlatılan bir refleks olarak da tanımlayabiliriz.Tarihi boyunca, ne yazık diye eklemeden olmaz, hiçbir zaman iktidarı almaya kalkışmamış, en sarsıcı güce ulaştığında bile bunu hiç denememiş solculuğumuz, yine eldekini koruma refleksi ile davranmayı rasyonalize edebileceği koşulların içine girmiş görünüyor. Gerçi, bu konudaki üstün yeteneği her durumda böyle bir haklılaştırmaya uygun koşulları bulmanın, yoksa yaratmanın ya da anlatmanın örneklerini vermiştir, ama bu kez öyle uzun boylu bir yaratıcılık da pek gerekli olmayabilir. Bu arada, “solculuğumuz” derken, paragrafın başında değindiğimiz genelleme yaklaşımını sürdürerek, düzen dışı solun tümünü kast ettiğimizi ekleyelim.

 

Bundan yaklaşık on yıl önce olmalı, belki biraz daha yeni, yine böyle bir seçime yaklaşılırkendi herhalde, “Moğol istilası” benzetmesi yapılmıştı, ben de bir soru-yanıt dolayısıyla tekrarladığımı hatırlıyorum. Benzetmeyi ilk kez yapan bizim Yalçın Hoca idi galiba; onun tümü değilse de çoğu pek yerli yerinde, dolayısıyla kolay kolay unutulmayan yakıştırmaları vardır; onlardan biri işte. Bu yakıştırma ta o zaman yerine oturmuşsa, bugün haydi haydi uygun düşüyordur. Neden uygun düştüğünü anlatmak için uğraşmaktansa, Nevzat Evrim Önal’ın dün burada yayımlanmış yazısından birkaç satır aktaracağım:

“Tarih Hollywood filmlerine benzemez, nihai zaferler ve mutlak yenilgiler yoktur; ama yaklaşan hesaplaşmayı kaybedenler uzunca bir süre Türkiye’de sadece siyaset değil tüm toplumsal hayattan çekilmek zorunda kalacak. AKP karanlığı fazlasıyla uzamış yönetememe krizini atlatır ve tekrar iktidarını tesis ederse var gücüyle kente saldıracak. Modern, seküler yaşantıyı metropollerde birkaç mahalleye gettolaştıracak, ülkenin geri kalanında ise tamamen boğacak. Kentli yaşantı kadının birey olarak güvenle katılamadığı, marka kolejlere verecek parası olmayanın çocuğuna laik eğitim alamadığı, yeşillik namına sadece mezarlıkların kaldığı, belediye hizmetlerinin, hatta elektrik ve suya erişimin dahi itaate bağlandığı bir cehenneme dönecek.”

Burada  yer verilen ayrıntıların eksikliğinden söz edilebilir, başka çarpıcı ekler de yapılabilir, ama bu kadarı tabloyu bütün ürkütücülüğüyle görünür kılmaya yetiyor. Ayrıca, benzerleriyle birlikte bunların tümünün, yakın geleceğe ilişkin güçlü bir olasılık olmanın ötesinde, büyük ölçüde bugünün gerçekliğine dönüşmüş bulunduğunu söylemekte abartı yoktur.

Sonuna doğru hızla ilerlediği konusunda artık yaygın bir uzlaşmanın ortaya çıkmaya başladığı bu gidişin direksiyonundakilere ilişkin olarak da yine dünkü o güzel yazının yardımına başvuracağım: 

“(…) emperyalist ülkeler karşısında, kentli zenginlik karşısında nefret ve hasetinden çatlayan kasaba eşrafı gibiler. Başka ülkeleri yağmalama ya da öykündükleri görgüsüz Suudiler gibi petrol satma olanakları olmadığı için zenginliği ya kentli yaşantıdan ya da emekçilerden gasp etmek; bir yandan da yoksullaştırdıkları kitleleri kontrol altında tutmak zorundalar. Bu yüzden canının dahi değeri kalmamış sefillerin hayatına anlam kazandıran, ama kendisine aykırı her özgürlüğü, farklılığı budayan İslamcı ideoloji de; kentleri talan eden rant hırsı da belki başta tercihti ama artık zorunluluk. Borca öylesine battılar ki artık hep daha kesif karanlığa ve daha pervasız talanlara muhtaçlar. Frene dokundukları anda bu araba devrilir.”

Şimdi başa dönüyorum ve “aynı” demekle tekrarlayan niteliğini belirtmeye çalıştığım tehlikeye geliyorum.

Bugün çok fazla kulaklarını çınlattık, ama olsun varsın, yukarıda çok sayıdaki aydınlatıcı yakıştırmalarından birine değindiğim Hoca’nın, bir de, şöyle bir uyarısını ya da, belki daha uygun bir sözcükle, yakınmasını hatırlıyorum, bu kez çok daha yakın zamanlardan, son aylardan… “Bunların yaptıkları tahribatı gidermek için” diyordu, tam bu sözcüklerle değil elbet, bu anlamdaydı, “epeyce uzun bir zamana ihtiyacımız olacak.” Yirmi otuz yıl kadar da bir süreden söz ediyordu, belleğimde yanlış kalmadıysa.

İşte bu tür kestirimlerin, kendisi hep iyimser bir insan olarak bilinse de, kötümser kestirimlerin diyebiliriz, o tehlikenin kapımıza kadar yakınlaşmasına yol açabileceği kanısındayım. Birkaç nedenle.

Önem sırasına koymadan ve git gide çıkış noktamdaki uyarıdan uzaklaşmaya aldırmadan yazarsam, birincisi, yapanların öznel niyetlerinden bağımsız olarak, bu tür kestirim yahut öngörüler, elde kalanların korunması ve kaybedilenlerin geri kazanılması uğrunda mücadeleyi hem haklı, hem de gerçekçi, hatta tek gerçekçi yol ve yaklaşım olarak görme eğilimini, zaten beslenmesi için uygun koşulların çoktandır oluştuğu bu ölümcül eğilimi büsbütün güçlendirebilir. Oysa, benim yorumuma göre, bu öngörünün amacı, önce uzun bir süre tahribatı onarmak ve bunun için en geniş birliktelikleri sağlamak gerektiğini değil, yapılan tahribatın büyüklüğünü anlatmaktır.

İkincisi, her tür onarım işinde, hele büyük ölçüde tahrip edilmiş bir yapı ya da nesne söz konusu ise, en kötüsü, eksiksiz bir onarımın, başka bir anlatımla, eski yapıyı tümüyle geri getirmenin peşine düşmektir; en iyisi, artık iflah olamayacak parçalarla uğraşılmayarak onlar sökülüp atılmalı ve yepyenileri yapılıp yerine konmalıdır. Çoğu zaman, böyle böyle, bir de bakılır ki, eski parçalardan hemen hemen hiçbiri işe yarar durumda değil ve hepsini yenilemeden onarım mümkün olmayacak. Üstelik bu, şimdi hikâye ettiğimiz gibi, adım adım ve el yordamıyla gerçekleşmez; çünkü, insanlığın geçmişi milyonlarca yılla anlatılmaktadır ve bu geçmişin bize bıraktığı birikim, bu tür deneme-yanılmaları da onların getirdiği zaman kayıplarını da bağışlatmayacak kadar büyüktür.    

Üçüncüsü, toplumsal mücadelede, bizim tarafımızın çok güçsüz göründüğü, bunun sık sık  söylendiği dönemlerde, bu açık seçik gerçeği türlü kanıt ve dayanaklarla tekrarlamak, herhangi bir ek açıklık sağlamaz; üstelik, yılgınlığa yol açabilir. Bunun yerine, toplumsal mücadelenin, iniş-çıkış, yükseliş-alçalış, zikzak türü sözlerle anlatılabilecek dönemsellikler içinde geliştiğini ve toplumun değil bir insanın hayatı için bile kısa sayılabilecek sürelerde eğimlerin/eğilimlerin yön değiştirdiğini anlatmak ve anlaşılmasını kolaylaştırmak için tekrarlamak gerekir.

Dördüncü ve son olarak, cumhuriyeti korumaktı, onun kazanımlarını savunmaktı, diktatörü durdurmaktı derken, modern zamanlarda göksel dinlerden çok daha engelleyici olmuş bir yeryüzü dini olarak demokrasinin yâri ve yardakçısı konumuna düşmek işten bile değildir.