Takıntılar

Ruhbilimle bağlantılı, oradan kaynaklanan anlamıyla kullanmıyorum bu sözcüğü. Frenkçedeki "obsession" karşılığı olarak değil. Belki, o anlamından esintiler bulanlar da olabilecektir. Ama benim anlatmak istediğim şu: İnsanın zaman zaman, hatta sık sık aklına takılan konular ya da sorunlar vardır. Konu ya da sorun yerine, biraz daha az belirgin olduklarını anlatmak için, soru işaretleri de diyebiliriz. Aklına takılır kimileyin, başka her türlü konuyu önemsizleştirir, o başka konu ya da sorunları kendisine bağımlı kılar, en azından kendisiyle bağlantısı kurulmadan düşünülemez hale getirir kimileyin, o kadarına bile izin vermez, bir süre başka her konuyu gündem dışına sürer çıkarır.

İşte, bu haftaki yazıda, onlardan söz etmek niyetindeyim onların birkaçından. Hangileri ille de kendini yazdırmak için öne çıkarsa, onlardan. Bir öncelik sıralamasına koymadan ve birbirleriyle bağlantılı olup olmadıklarına da bakmadan... Bazı düşünme notları, düşünmeyi kışkırtan, belki biraz da kolaylaştıran notlar olarak...

Bir ek daha yapmalıyım ki, okurlara saygısızlık ettiğim sanılmasın. Bu notların bir bölümü, kendimle konuşmalar biçiminde yazılacak. Birçok insan için de öyledir belki, bilemem, ama benim kendimle konuşmalarım biraz yakası açılmadık bir üslupta olur.

* * *

Alıyorum bir kitabı ya da makaleyi, okumaya başlıyorum. Toplumsal mücadelenin tarihini ele alan bir metin çok zamandır kafamı kurcalayan başlıklara da değiniyor. İyi. İyi de, böyle koltukta yayılarak okunmaz. Kalkıp masanın başına geçiyorum. Kurşun kalemi de alıyorum elime. Bir de silgi altını çizerken, kenarına not düşerken, silgiye de ihtiyaç olur.

Okuyorum, çiziyorum, yazıyorum, siliyorum, yeniden yazıyorum. Güzel, boşa gitmeyecek.

Derken, yazarımız, "reel sosyalizm"den söz ediyor. Olabilir bu beni çıldırtan tamlamayı ne çok kullanan var buncağız da kullanmış çok mu! Katlanmalıyız. Hemen notumuzu vermeyelim. Lakin, ardı arkası kesilmiyor. Bütün tarihsel-toplumsal çözümleme bunun üzerine oturtuluyor.

Buna dayanamam. "Sen dur şu kenarda kardeşim, daha çok zamanımı harcayamam. Benim gibi adama da bu kadar sayfanı okuttun ya, daha ne istiyorsun!"

Ne kardeşimi ulan! Nerden senin kardeşin oluyor? Bu herifin babası mı kurabilmiş başka bir sosyalizmi de böyle reel meel ahkâm kesmeye kalkıyor ve sen kardeşim bilmemne diyerek ortalığı yumuşatmaya çabalıyorsun!

Kimileyin, bütün safdilliğimle, kurşun kalemimi, silgimi hazır ederek masanın başına oturup okumaya koyulduktan sonra, o "reel sosyalizm" laflarıyla birlikte, bir de, kâh cehaletiyle, kâh vahşetiyle, kâh sosyalizme ihanetiyle Stalin canisi de girmiyor mu çözümlemenin tam kalbine! O zaman kendi kendime ve yüksek sesle sayıp döktüklerimi hemen unutmak eğiliminde oluyor belleğim. Unutuyorum. Yoksa, burada tekrarlamaktan çekinmem, özür yerine geçebilecek açıklamamı başta yapmıştım zaten. Yazarım ve sövgünün de edebiyatın bir dalı sayılabileceğine herkesi inandırırım.

* * *

Bizim ülkemizdeki burjuva siyaset sahnesinin ve o sahnedeki başlıca aktörlerin kör kör gözüm parmağına ikiyüzlülüklerinden biridir "Camiye, kışlaya, okula siyaset girmez." diye sloganlaştırılır çoğu kez. Buralarda siyaset yapılmamalıdır ve buralardakiler de siyasetin dışında kalmalıdır başka türlüsüne izin vermeyeceğiz, anlamındadır. Buna karşılık, oralarda her zaman siyaset yapılır ve zaman zaman da, oralarda bulunanlar, ülkenin genel durumunu değiştirip dönüştürücü sonuçlara ulaşacak tarzda siyasetin merkezinde yer alırlar.

Bu hem güldürücü hem çıldırtıcı, ama ne zaman hangi yanının ağır basacağı belli olmayan ikiyüzlülüğe son vermenin tek yolu bellidir oysa. Sözü uzatmamak için o yolu açıklıkla dile getiren bir kaynağa göndermede bulunarak devam edelim. O utanmazlık anıtı sloganın cami kısmını mutlak bir siyaset dışılık öngörerek bir yana bırakırsak, çözüm bütün halk kesimlerinin siyasetle uğraşmasının önünü açmaktır. SİP ile TKP'nin "Sosyalizm Programı"nda ve büyük ölçüde oradan kaynaklanmış bir metin olan "Toplumcu Anayasa" belgesinde açıkça formüle edildiği gibi, siyasetin karşılığında gelir elde edilen bir meslek olmaktan çıkartılması ve emekçi halkın bütün kesimlerinden insanların ülke yönetiminin her düzeydeki organlarında asli konumlarını sürdürerek görev almaları, insanlığın şu andaki birikimiyle, bulunabilecek tek çözümdür. Elbette, farklı kaynaklardan beslenen yeni sorunlara yol açabilecek ve onların çözümü için yeni çabaları gerektirecek bir çözüm.

İlle de somutlaştıralım dersek, örnek olsun, ulusal ordunun mensubu olan bir subay, değişik düzeylerdeki ülke yönetimi organlarında görev alabilecek, bu görev süresi geçici olarak ya da temelli sona erdiğinde de, asli konumuna dönecektir. Diyelim, en üst yasama organına seçildiyse, herhalde yılın tümüne yayılmayıp belli aylarıyla sınırlı kalan yasama dönemi boyunca yüksek mecliste görevini yerine getirecek, öteki dönemlerde ise asıl görev yerine dönecektir. Tasarımı ya da hayal kurmayı biraz daha ayrıntılara indirirsek, seçilerek geldiği yasama görevi sırasında da asıl toplumsal görevini sürdürürken giydiği kılık kıyafetin içinde bulunması, olabilecekler arasında bence en akla yakın görünendir.

* * *

Şimdi, hemen bunun ardına takılıp gelecek olan, çok yakın geçmişte de yeniden sözü edildiğine göre, şu orduculuk konusudur elbet. Buradaki "orduculuk" deyişi bir açıklayıcılık taşımadığı gibi son derece itici de geliyor. Tamam.

Tamam da, hepsi o kadar değil.Ulusal ve demokratik, her ikisini de içererek burjuva nitelikleri apaçık olan 1923 Devriminin kimler tarafından gerçekleştirildiğini bir kenara bırakalım. O devrimle kurulan cumhuriyete bugün hangi anlamda sahip çıkılmakta olduğunu da bir an için dikkate almayalım. Ordu denilen kurumun cumhuriyet öncesi ve sonrası özelliklerini çözümlemeyi de boşverelim.

Ama, devam etmeden, bütün bu dikkate alma, düşünme, çözümleme eylemlerini bir süreliğine kaydıyla da olsa devreden çıkarmanın gerekçesini belirtelim: Daha önemli bir noktaya gelmek istediğimiz için bu önemsiz olmayan adımları atlayalım diyoruz.

O nokta şudur: Ordu denilen kurumun, haydi "kurum" falan diyerek bir tür tanımlama da yapmış olmadan söyleyelim, olgunun oluşumunu, gelişimini, içindeki eğilimleri, onların nelerden ve nasıl etkilenerek evrimleştiğini, o evrimin nerelere ulaştığını ve nerelere ulaşıp ulaştırılabileceğini çözümlemeden, çözümleyip güvenilebilir sonuçlara ulaşmadan, bu sonuçları hesaba katmadan devrimci politika yapılabilir mi? Hatta, devrimciyi falan da atalım, politika yapılabilir mi?

En önemlisi, devrim yapılabilir mi?

"Evet" diyenler için yapabileceğimiz, kendilerine devrimden sonra yetişkinler için açacağımız ana okullarında kontenjan ayırmaktan ibarettir.

* * *

İtiraf etmeliyim, benim burada söz ettiklerime benzer takıntılarımın kışkırtıcılarından biri, Yurdakul Er kardeşimdir onun yazdıklarıdır.

En son bu Cuma günü yazmıştı. Şöyle bitiriyordu:

"AkP-AsP koalisyonunun, bu büyük koalisyonun, imamlarla uniformalı ve üniformasız her türden bürokratın, yeşil sermayeyle monşer sermayesinin, bir uğursuz koalisyon olarak, Türkiye'nin boğazına sarıldığını görmemek için solumuz epey direndi.

Sonucu almak için az bir vakit kaldı.

Sosyalist yönelişli bir hükümet dışında hiçbir şey, bu kaderi değiştiremez."

"Felaketin eşiğinde" olduğumuzu düşünüyorsak, düşüncemizi yazıya dökerken bizim eski burjuva politikacılarının muhalif söylemlerden yakınırken kullanmaya alışkın oldukları deyimle "felaket tellallığı"ndan kaçınmıyorsak, yapılması gereken konusundaki düşüncelerimiz ve onların yazılı/sözlü ürünleri de tutarlı olmalıdır.

Yurdakul'un, daha önce de birkaç kez biraz değişik biçimlerde tekrarladığı, yukarıdaki son cümlesine dönüyorum. O cümlenin, oradaki sosyalist değil, "sosyalist yönelişli bir hükümet"in üzerinde kafa yormadan, kafa yorup kabul edilebilir düzeyde zihin açıklıklarına ulaşmadan, öyle bir tutarlılık sağlanamaz. Tutarlılıksa inandırıcılığın tek değilse de ilk koşulu değil midir?

* * *

Sıkça aklıma takılanların birkaç tanesini yazmış oldum. Umarım, önemsenmeye değerdir. İleriki günlerde başkalarına da değinebiliriz. O arada, biraz daha derinleştirebilmek amacıyla, bunlara yeniden dönmemiz de gündeme gelebilir.

Halkımızın dediği gibi, "ömrümüz olursa"...