Sözcükler

Hayır, önemli şair ve yazarlarımızdan Melih Cevdet Anday’ın ilk basımı 1978 yılında yapılmış ve o zamana kadarki bütün şiirlerini bir araya getiren kitaptan söz edecek değilim. Buna karşılık, değişen ve değişmeyen, sevilen ve sevilmeyen, ayrıca insanın başına iş açan sözcüklerin bazılarına değineceğim.

Ama, sözcük ile Melih Cevdet’e bir arada değindiğimize göre, yanlış hatırlamıyorsam, “kelime” karşılığı olarak “sözcük” önerisinin sahibinin o olduğunu da belirtmeden geçmeyelim. Bilgiçlik taslamak için değil, bunda bilgiçlik olacak ne var! Üstelik, yanlış hatırlıyor olabileceğimi de belirtmişken… Sadece, isteyen, bir iz olarak belleğinin mi, aklının mı her neyse işte, bir kenarında bulundurabilir. Hatta, şu da eklenebilir: Nurullah Ataç,

kelime’nin karşılığı olarak “tilcik” demiş ilkin ama, o tutmamış. Anday’ın önerisinin ise tuttuğunu ve uzun süredir çok yaygın biçimde kullanıldığını söyleyebiliriz.

Burada, bazı sözcüklerin başına gelenlerden, getirilenlerden söz edeceğim. Sorumlular kimileyin biz kendimiz oluyoruz, kimileyin de hasımlarımız…

Örnek olsun, başına en çok iş açılmış sözcükler arasında benim ilk aklıma gelen, “örgüt”tür. Doğumundan beri başı beladan kurtulmamış bir sözcüktür bu örgüt. Üstelik, sadece kendi başı belaya girmekle kalmamış, kendisini seven ve kullanmaktan vazgeçmeyenlerin de başlarını belaya sokmuştur. Taşıdığı anlam karşısında tirtir titremelerine hak vermek mümkün de, sanki teşkilat deyip giderken öyle delice bir korkuya kapılmıyorlardı! Bir ara o kadar akıldışı yerlere vardırdılar ki, örgüt düpedüz kriminal bir anlam taşırken, teşkilat devlete, düzene, hayırlı işlere ayrılır hale gelmişti. Sözgelimi, sıkıyönetim bildirilerinde, polis bültenlerinde, hatta mahkeme belgelerinde örgüt sözcüğünün kendisi suçun, kötülüğün, fitne ve fesadın anlatımı için yetiyor ve şu tür bir titizlikten asla vazgeçilmiyordu: Anarşi yaratan, bozgunculuk yapan, terör uygulayanlar mutlaka “örgüt mensupları” oluyor tamlamayı oluşturan iki sözcüğün kökeni açısından daha uyumlu olmasına rağmen, asla “teşkilat mensupları” diye yazılıp söylenmiyordu. Kaka çocukların kurdukları için örgüt, cici çocukların ve devletin elinden çıkanlar için teşkilat vardı kullanıma hazır, bekleyen. İkisini karıştırmak, yanılıp şaşırıp birinin yerine öbürünü kullanmak yasaktı ve kolay kolay bağışlanmazdı, cezası neyse artık… Bununla birlikte, sadece solcu densizler değildi karıştıranlar örneğin, ana vatanlarındaki teşkilat adını taşıyan kuruma öykünerek yola çıkan yavru vatan Kıbrıs’ın Türkleri, sıra ad koymaya gelince, Devlet Planlama Örgütü diyebiliyorlardı.

Bu tür yasaklarla uğraşmak zorunda kalanlar arasında kendimi de sayabilirim. Gerçi, biz bunlara aldırmadık ve çalıştığımız yerlerde pek de zorlanmadan geçersizleştirilmelerini sağlayabildik. Ama, bu konuda bulduğumuz destekçilerden birini söylemezsem, dürüstlüğe sığmaz. Sözünü ettiğim o otuz beş kırk yıl önceki dönemde benzerleri az olmayan “öztürkçeci”lerden biriydi, Ankara Üniversitesi’nden bir profesördü ve bizim kurumun üst yönetimine de yarı zamanlı danışmanlık yapıyordu. Siyasal eğilimlerini tanımlamak gerekirse, sağ-Kemalist demek yanlış olmaz. Kurumdaki odasına gelir gelmez, patronlarıyla ivedi bir işi yoksa, beni çağırır, özellikle Batı dillerinden dilimize geçmiş sözcüklere bulduğu karşılıkları söyler ve benim fikrimi sorardı. Ben çok gençtim o sıralar, bizim danışman bulduğu her sözcüğü açıkladığında, tam bir Hababam Sınıfı öğrencisi havasında, “Hocam, harika olmuş, olağanüstü, bundan uygunu ne olabilir?” türünden çocuğu bile kandırması güç şaklabanlıklar yapardım, ama o kanardı, kanmaya hazırdı, ara sıra, sululuğun sınırlarını fazlaca zorladığımda, okuma gözlüklerinin üzerinden “benimle dalga mı geçiyor bu çocuk” dercesine şöyle bir baktıktan sonra kuşkuculuğundan çarçabuk vazgeçer, benim sahte tezahüratım karşısındaki hoşnutluğunu gizlemeden yeni buluşlarını okumaya devam ederdi. Hiç boşlamadığı çabalarından biri, yazdığı metinlerdeki “Türkçe oranı”nı yükseltmekti. Bir gün, heyecanı telefonda belli olan bir sesle, “Mesut’çuğum, işin yoksa, hemen yanıma gelebilir misin?” diye çağırmıştı beni kibar bir adamdı, doğruya doğru. Odasına girer girmez, telefondaki heyecanıyla ayağa kalkıp ellerini çırparak “Söyle bakalım, kaça çıktım?” diye sordu. Bu yarı törensel karşılaşma haftada birkaç kez yinelendiği için hiç giriş yapmaya gerek duymadan böyle pat diye başlardı. “Kaça çıktınız hocam?” dedim, demesem de söyleyecekti zaten. “İnanmayacaksın belki ama, yüzde 98’e!” Yazdığı metinlerdeki Türkçe kökenli olmayan sözcükleri tek tek sayar, sonra bütün sözcükleri sayar ve ilkini ikincisine bölerdi. O zamanlar bilgisayar neyim de olmadığı için bu işi, delinin pösteki saymasına benzer, elle yapardı. O güne dönecek olursak, ben gırgıra devam ediyordum: “Kutlarım sizi hocam. Nasıl başardınız bunu?” Zaferinin tadını çıkarırcasına koltuğuna yaslanmış, cimriliğiyle ilgili dedikoduları bir kez daha yalanlamak istercesine birer de çay ısmarladıktan sonra, açıklamıştı: “Çok kolay, ‘ve’leri atacaksın, onların yerine kimileyin ‘ile’ kimileyin ‘virgül’ koyacaksın. Bak bakalım, oran ne kadar yükselecek!”

Öyle işte. Yüzde yüze ulaşmış mıdır, bilmem. Kurumdan ayrılıncaya kadar ulaşamadığını biliyorum ama. Ulaşmış olsaydı, ne büyük tören yapardık, kim bilir!

Örgüt kadar tehlikeli sözcüklerden biri de, yine doğumundan beri, eylem olmuştur. Neyse ki, kızlarımıza, oğullarımıza ad oluyor çok zamandır böylece tehlike de azaldı sayılır. Devletin nüfus kütüklerine yazılıyor okullarda, sokaklarda, mahkemelerde, hapishanelerde çağrılıp duruyor.

Her türlü karşı çıkışa, hatta baskı ve zorlamaya rağmen kullanmaktan vazgeçmediklerimizin yanı sıra, değişik nedenlerle bir türlü ısınamadığımız, kullanmaya dilimizin varmadığı, elimizin gitmediği sözcükler de var elbette. Ben kendiminkilerden bir iki örnek vereceğim.

Birincisi, şahıs. “Şahsa soruldu.” “Şahsın evinde yapılan aramada…” Ne zaman bu sözcüğü işitsem ya da okusam, aklıma polis gelir. Polislerin tümünün, savcıların çoğunun sözcüğüdür bu. Ben sevmem hiç kullanmam. Yazdığım bir metne ilk kez şimdi girmiş oluyor.

Yazarken de konuşurken de kullanmadığım bir başka sözcük, olanak. Dilimizde yaygınlaşmasını sağlayan kişilerden biri, belki de birincisi, kuşkusuz, Ecevit’tir. Ne çok söylerdi! Hemen her cümlede en seyrek kullandığında, iki üç cümlede bir. Hele, hükümette ya da çok göz önünde ise, öyle “…nak…nak” diye kulağımda çınlayışını unutmam ne mümkün! Sevmeyişimin bir nedeni bu olabilir. Ayrıca, örnek olsun, “imkânı yok” derken dolu dolu söylemenin yerini tutmuyor öteki sözcük. Aynı durum, “mümkün değil” derken de ortaya çıkıyor. Bir imkânsızlığı anlatırken, uygun vurgularla “mümkün değil” demenin tartışmayı bitiren kesinliği ile “olanaklı değil” demek aynı kapıya çıkabilir mi?

Benzer kaygılarla, hayat yerine yaşam demeye de bir türlü ısınamamışımdır. Çok sevdiğin bir insana “hayatım” demekten neden vazgeçesin? “Yaşamım” mı diyecektin yoksa? Ne gülünç olurdu!

Böyle anlatır giderken, bir de şu geliyor aklıma: Sözcüklerle konuşulur yazılır, bunlar daha iyi, daha güzel yapılabilsin diye uğraşılır, tamam da, hiç yüz yüze gelmediğimiz halde artık evlatlarımız, kardeşlerimiz, arkadaşlarımız arasına girmiş iki Barış’tan Terkoğlu’nun, geçen hafta Cumartesi günü soL’da okuma fırsatını bulduğum savunmasına benzer yazıları okumak bende kimileyin bir can sıkıntısı yaratır, itiraf etmek zorundayım. Canım sıkılır çünkü, o kadar etkileyici yazamadıktan sonra, niye yazıp durduğuma bir anlam veremem.

Bitirmeden, Anday’ın o kitabındaki, kendi adlandırmasıyla, “Lirik Şiirler”in “Orman” başlığını taşıyanından üç beş dize alalım buraya:

“Sembol ormanları demişti Baudelaire,
İmgesiz düşünemez miyiz,
Sevemez miyiz ki sözcükler

Seni almış kendi ormanlarına?”

Bu yazıyı son zamanlarda art arda gelen onca bomba, patlama, ölüm, kan revan, küfür kıyamet, çalışıp didinme, dedikodu ve derin analiz arasında biraz soluklanma, biraz da gevşeme ve rahatlama olsun diye yazdım ey okur!

Boş yere vaktinizi aldıysam, affola!