Sevgiden nefrete doğru mu?

Oraya buraya yazdırdıkları saçma sapan slogandakinin tersine, kendileri bitti demeden ya da demedikleri halde, bitti.

Rasgele bir yerden başlayalım.

Futbolun pek de gelişmiş olmadığı Danimarka’nın sıradan bir takımında oynayan “gurbetçi” bir Türk çocuğu imiş Emre Mor adındaki genç. Yaşı daha 19 bile değilmiş. Epeyce peşinden koşmuşlar milli takım tercihini Türkiye’den yana yapması için. Sonunda razı etmişler. Üç maçın birinde hiç oynatılmadı; ilkinde kısa bir süre, sonuncusunda uzun bir süre oynadı. Başarılı da oldu. Ufak tefek, yüzündeki çocuksu çizgileri ve gülümseyişi hâlâ öylece duruyor.

Yazanlar konuşanlar hep bundan söz ettiler. Hatta,  golü attırdığı Burak Yılmaz’ın küfür imalı el kol hareketlerini kınayıp onun sevincini örnek gösterenler oldu.

Yanlış sayılmazdı  bu yorumlar, olsa olsa biraz abartılı biraz da erken bulunabilirdi.

Erken; çünkü, örnek olsun, aynı adı taşıyan bir başka yetenekli çocuğun da bundan neredeyse 20 yıl kadar önce aynı masumiyet anlatımlı suratla yeşil sahalara çıkmışken, gide gide en  sonunda basın tribünü önüne koşup yaptığı terbiyesizliğe oradan da rabia işareti  ile fetö ve reis seviciliğe ulaştığını unuttular. Ayrıca, şimdi takım kaptanı olarak “milli davada prim pazarlığı yapmak”la suçladıkları, maç sırasında sürekli protestolara uğrayan Barçalı yıldızın, bir zamanlar kale arkasında Hagi’nin attığı gole sevinen en az ötekiler kadar sevimli suratlı top toplayıcı çocuk olduğunu pek hatırlatan da olmadı.

Oysa, bu düzenin, Rakel Dink’in eşinin cenazesinde konuşurken dile getirdiği unutulmaz sözlerle, masum bebeklerden canavarlar yaratan, insanın bakmaya kıyamadığı güzel çocuk yüzlerini dayanılmaz çirkinlikteki sıfatlara dönüştüren bir çirkef üreticisi olduğu unutulduğunda, en doğal insan etkinliklerinin bile nelere önüşebildiğini kavramak mümkün olmaz.

Bu düzen nasıl her alanda insanları insanlığından çıkarıyorsa, muazzam paraların döndüğü bu sektörde de, şu ya da bu rolü üstlenerek içine girmiş bireyleri şu ya da bu ölçüde kendi çamuruna bulamadan bırakmaz. Çok seyrek ortaya çıkabilen ayrıksı örneklerin efsane konumuna yükselmelerinin nedenlerinden biri budur.

Futbol dediğimiz, artık devasa bir kapitalist sektör olmuş bir zamanların bu hoş oyunu, sadece bizim ülkemizde değil hemen hemen bütün dünyada tepeden tırnağa kirlenmiş görünüyor. Buradaki “tepeden tırnağa” deyimi ne yersizdir ne de abartılı. Hem tek tek ülkeler hem uluslararası örgütler düzeyinde,  hem adalet ve hakkaniyet hem oyun ve seyir zevki açısından, hem yapanlara ve izleyenlere hem de genel olarak topluma etkileri bakımından…

Oysa, çok eskiden, gerçekten proletaryanın oyunu değil miydi bu? Bir kez, ilk ortaya çıkışı, daha doğrusu, birtakım kurallara bağlanarak kitlesel ve düzenli olarak yapılmaya başlayışı, İngiliz işçi sınıfı eliyle olmuştu. Oynanması da  kuralları şusu busu ile anlaşılması da basit bir oyundu. Pahalı bir mekân ve donanım gerektirmiyordu. Sonra, belki de en önemlisi, kolektif yanı ağır basıyordu. Bütün bunlar, bu oyunu proletaryanın sporu yapan etkenler arasındaydı.

Hemen hemen hepimiz de oynamadık mı? Aramızdan göçeli yıllar olmuş, çok sevdiğimiz bir teyzemiz vardı. Tek başına büyüttüğü, arkadaşlarım olan iki oğlunun nasıl çoraplardan top imal edip kendisini kaleye geçirerek evin içinde bu oyunu oynadıklarını anlatırdı ve ben, onun hiçbir yakınma amacı taşımayan bu anlatısını her defasında hoşlanarak dinlerdim; çünkü, benim çocukluğum da aynı imalat biçimiyle üretilmiş toplarla futbol oynayarak geçmişti. Evlerin dışında da futbol oynayacak boş arsalar, okul bahçeleri, ara sokaklar, mutlaka bir yer bulup oynardık.

Şimdiyse bu tür oyunlar bile bir iş ve yatırım konusu oldu. Gecekondu benzeri “halı saha” adı verilmiş son derece sağlıksız ve tehlikeli zeminlerde, çoluk çocuk, genç yaşlı, günün her saatinde ve elbette parası karşılığında oynayıp duruyorlar.

Ayrıca, asıl önemlisi, seyrediyorlar. Seyrediyor ve kavgasını yapıyorlar, seyrediyor ve kumarını oynuyorlar.

Sadece ülkemizde değil, dünyanın her yerinde, kapitalistlerin yönetiminde oldukları şirketler bu en kitlesel boş zaman eğlencesini, boş zaman eğlencesi değil, her zaman uğraşını kesintisiz olarak üretip arz ediyorlar. Say’in “mahreçler kanunu” işliyor ve her arz kendi talebini yaratıyor. Yeryüzünün her köşesinde, yaz kış, gece gündüz futbol sunuluyor, seyrediliyor, kumarı oynatılıyor. Paracıklar paracıklar çoğalıyor, belli ellerde birikiyor; biriktirenler bir miktarını kurallı kuralsız, haklı haksız demeden dağıtıyorlar ki çarklar dönsün, paracıklar yeniden gelsin, yeniden biriksin…

Bu devri daim makinesinin döndürülmesini sağlayanların ezici çoğunluğu emekçiler. Seyrediyorlar, kavga ediyorlar, bağırıp çağırıyorlar, kumarını oynuyorlar. Böylece hem çarklar dönüyor hem de o emekçi dediğimiz insanların zaten pek sınırlı olan boş zamanlarının, hatta kimileyin boş olmayan zamanlarının kapitalizmin tasallutuna uğraması bir de bu yolla gerçekleştirilmiş oluyor.

O kadarla da kalmıyor.

İki yönlü bir saldırı daha var. Biri, emekçilerin birbirine düşürülmesi. Bunun ulusal ve uluslar arası örnekleri çok fazla. Şu anda aklıma gelen birini not edip geçelim: Birkaç yıl önce, bir Fener-Galatasaray maçından sonra, Kadıköy yakınlarında bir yerde, birkaç Fener taraftarının sıkıştırması üzerine bıçağını çeken bir genç rasgele sallamış ve o çocuklardan biri ölmüştü. Sonradan, Galatasaray taraftarı o çocuğun merdiven altı atölyesi çalışanlarından bir tekstil işçisi olduğu yazılmıştı.

İki yönlü dediğim saldırının öbürü de emekçi insanların kendilerini para babaları ile, en azından o sınıfın kendi takımlarının yönetimlerinde yer alan kısmıyla aynı gemide sanmaları biçiminde ortaya çıkıyor: Öyle ya, “bizim başkan” ne kadar zengin, ne kadar işini bilir, ne kadar uyanık olursa, bizim takım, dolayısıyla biz kendimiz de o kadar önde, birinci, kazançlı oluruz! Yine birkaç yıl önce, özgürlük mücadelesi verenleri destekleme konusunda hiç de duyarlı olmamış bir yığın insanın, o tür bir hem suçlu hem güçlü para babasının mağdur edebiyatının peşinde eyleme geçmeleri, pek çok örnekten biri olarak hatırlanabilir.

Bunca olumsuzluk ve kötülük vurgusundan sonra biraz naif görünecek ama, şöyle bir soru sormak da mümkündür: İyi de bu oyunun hiçbir güzelliği kalmadı mı? Doğrusu, çok çok uzun süre futbol maçları seyretmiş biri olarak, artık bu seyirden herhangi bir tat almakta iyice zorlanmaya başladığımı söyleyebilirim. Bunun bıkmakla bir ilgisi vardır herhalde; ama üzerinde düşündüğümde, oyunun gittikçe tekdüzeleştiğini, mekanikleştiğini ileri sürmenin yanlış olmayacağını sanıyorum. Bunu gidermeye yönelik ciddi bir çabanın varlığından ise haberim yok. Birtakım çabalar olabilir belki, ama bir kararlılığın bulunmadığı rahatça söylenebilir. Güzelleştirme yerine daha çok kâr sağlayıcı hale nasıl getirilir konusunda kafa yorulduğu besbelli. Daha çok kâr içinse güzelleştirmekten çok, sözgelimi, hızlandırmak, itiş kakışı artırmak, kumar düzenlemelerini ve spor dışı etkenleri daha çekici kılmak işe yarayabilir.

Sonuç olarak, bizim Metin Kurt’un “Atılan her gol, emekçilerin kalesine giriyor!” deyişini unutmak ne mümkün!

YGS yayınlarınca bundan 10 yıl önce “Futbolu Neden Sevmeli/Neden Sevmemeli?” başlığı ile yayımlanmış olan kitapta “sevmeli” diyenlerin tarafında yer alıp artık yapamasam da bu sporu izlemeyi sürdürdüğümü ve bunun nedenlerini anlatırken  şöyle bir cümle yazmışım: “Kapitalizm, ne yaparsa yapsın, futbolu bütünüyle ve sadece tiksinti veren bir mala dönüştürememiştir daha; dönüştürebilecek olursa da bu yatırım alanını terk edip gitmekten başka çaresi kalmayacaktır.”

Şimdi yeniden okuduğumdaysa, bu cümlede kapitalizmin başarısızlığını değil, kendi aşırı iyimserliğimi görebiliyorum sadece.

Bir de, “sosyalist iktidarımızın ilk günlerinde” yapılacaklar listesine bir ek gerekiyor galiba; şöyle formüle edilebilir: Başta futbol olmak üzere bütün profesyonel spor yarışmaları, köklü insani düzenlemeler yapılıncaya kadar, durdurulmuştur.

Umarım, bu acil önlem kısa süreli olur ve vazgeçilmez nitelikteki değişiklikleri gerçekleştirme imkânı bulunabilir.