Şer ile Hayır

Sözlüklerde “Her işte bir hayır vardır.” biçiminde ve bir atasözü olarak geçen deyişin, aslında, “Her şerde bir hayır vardır.” biçiminde doğrudan dinsel kökenli bir deyiş olduğu, hatta, kutsal kitabın en uzun suresi olan Bakara Suresine dayandığına ilişkin iddialara rastlamışımdır. Olabilir. Deyişin gerçekten her kötülükte bir iyilik vardır ya da her kötülükten bir iyilik doğar, doğabilir anlamına geldiğine olabilir diyorum. Bakara Suresinden kaynaklandığına ilişkin iddia içinse herhangi bir olabilirlik ya da olmazlık ileri sürebilecek durumda değilim.

Yine sanal alemde, ama bu kez daha bilmiş bir yoruma da rastladığımı hatırlıyorum. “Her şerde bir hayır vardır.” sözü için “müslüman diyalektiği” diye kısa görünmekle birlikte hikmet dolu bir açıklama yapılmıştı. Mümkündür, diyalektiği her insan hayatın her alanında keşfedebilir çünkü, zaten iç içe yaşamakta, adını koyamasa da azçok farkına varmaktadır. Molière’in bütün ömrünce nesir konuşup nesrin ne olduğunu öğrendiğinde şaşkınlığa uğrayan kibarlık budalası kahramanını unutmak ne mümkün!

Bizim de bu ülkenin pusulasını bulmakta, bulanların doğrultmakta zorlanan yurttaşları olarak iyilik ile kötülüğün birbirini doğurduğunu, birinin öbürüne yol açabildiğini, ikisinin birlik ve çatışma içinde var olduğunu sezmek bakımından büsbütün çaresizlik içinde bulunduğumuzu en kötümserimiz bile ileri süremez.

Demokrasi için de böyledir. Daha doğru bir anlatımla, hep hak etmediği bir tahta oturtulmuş demokrasi için bile böyledir.

Halkımızın büyük bir çoğunluğunun, solculuğumuzun da ondan daha küçük oran oluşturmayan bir bölümünün aklını sakatlamış demokrasi ile ilgili olarak ortaya çıkmakta olan şerrin, o sakatlığa duçar olmuşlar bakımından hayırlı bir duruma yol açması, epeydir, basbayağı bir olasılık durumundadır.

Bugünkü burjuva politikacılarının hiçbiriyle karşılaştırılamayacak kadar nitelikli bir siyaset adamı ve bugünkülerin hepsinden daha amansız bir sosyalizm düşmanı olan Sir Winston Churcill’in pek yaygın olarak bilinen sözlerinden biri şudur: “Demokrasi bütün yönetim biçimlerinin en kötüsüdür, ama daha iyisi de henüz bulunabilmiş değildir.”

Genellikle demokrasiden yana bir kanıt olarak kullanılan bu sözün gerçekte apaçık bir şüpheciliği dile getirdiğini fark etmemek mümkün mü?

Bu gidişle, buna benzer, bundan daha koyu bir şüpheciliğin yaygınlık kazanması kimseyi şaşırtmamalıdır. Ama, bu yaygınlaşmanın belli bir kendiliğindenlik karakteri bulunmakla birlikte, her şeyin hiçbir müdahale gerekmeden, kendi başına olup biteceği de beklenemez.

Özellikle, şüphenin redde evrilmesinde müdahale mutlaka gerekli olacaktır. Müdahaleyi yapmaktan sorumlu olanlarsa devrimcilerdir. Devrimcilerin müdahalesi olmadan, bir yandan kendi içlerinde çöreklenirken halkın da aklını bozmuş demokrasi sevdasının sökülüp atılması imkânsızdır.

Örnek olsun, halktan insanlar, demokrasi diye diye göklere çıkartılanın her türlüsünde mutlaka var olması gereken genel oy ilkesinin, git gide, bir şarlatanlığa dönüştüğünü fark etmektedirler, ya da fark edebilmeleri için çok fazla zaman geçmesi gerekmeyecektir. Genel oyun sadece oyların kullanılması ile ya da kullanılması sırasında gerçekleşen bir ilke olmadığı, herkesin verdiği oyun eşit olabilmesinin, ancak onların sayımında gerçeklik kazanabildiği ortaya çıkmaktadır. Bir başka anlatımla, oyların bir bölümünün hesaba katılmamasını öngören ve Türkiye gibi her rezilliğin en sırıtan biçimiyle sergilenmesinin alışkanlık durumuna geldiği bir ülkedeki olağanüstü yüksek oran söz konusu olduğunda yarım ağız itiraz edilirken, bunun aşağı yukarı yarısı düzeyinde olanlarının çok olağan, hatta demokrasinin işlerliği bakımından gerekli görüldüğü seçim barajları, aslında, oldukça eski ve neredeyse dokunulmazlaşmış genel oy ilkesini geçersizleştirmektedir. Burada söz konusu olan, her ne kadar burjuva sınıfı daha geçen yüzyılın ilk çeyreğinde bile en ileri Avrupa ülkelerinde kabaca çiğnemekten çekinmemiş olsa da, demokrasi denildiğinde her ölçütün üstünde ya da ötesinde olması gereken genel oy ilkesinin dolaylı olarak çiğnenmesidir. Yüzde 10 olduğunda kabul edilemez, örneğin, 5’in altında indiğinde makul sayılabilen bir seçim barajı, temsili demokrasinin vazgeçilmez bir koşulunun fütursuzca ortadan kaldırılmasından başka bir anlama gelmemektedir. Herkesin oyu sandığa bire eşit olarak girmekte ve sandıktan çıktıktan sonra, bazıları bir, bazıları ise sıfır olarak sayılmaktadır. Türkiye bu pek tuhaf demokratik yaklaşımın çarpıcı bir sonucunu, kullanılan hemen hemen her iki oydan birinin herhangi bir temsil yeteneği kazanmadığı iki önceki genel seçimde yaşamıştır. Hele, kamuoyu yoklamaları adı verilen apaçık manipülasyon araçlarının neredeyse seçimin kendisinin yerine geçirildiği günümüz demokrasisinde, sıfırın dışındaki bütün makul kabul edilen seçim barajları, bu demokrasi adı verilen, Churcill’in deyişiyle, “yönetim biçimlerinin en kötüsünün”, adına bile uygun düşmediğinin kanıtı durumundadır.

Öte yandan, yapılmakta olan bütün seçimler, genel iddia ve kabulün tersine, iki dereceli olmakta seçmenlere seçme hakkı verilenler, düpedüz, bir politik oligarşi tarafından, hatta artık basbayağı tek bir kişi tarafından, her biri kendi partisinde tek başına karar verme konumundaki tek kişiler tarafından belirlenip “buyur, bunların arasından seç” diye sözde genel oy hakkına sahip seçmenlerin önüne konulmaktadır.

Temsili demokrasinin doğal sakınca ve sınırlılıkları, iki seçim arasında demokrasinin nasıl işlediği türünden tartışmalar yapılmaya değer görünmüyor uzun bir süredir. “Temsili liberal demokrasi” denilen şeyin en basit bir tutarlılığı ve inandırıcılığı kalmamıştır. O demokrasinin ne zamandır vazgeçilmezleri arasında sayılagelmiş erkler ayrılığı, o arada yargı bağımsızlığı benzeri özelliklerin de büyük bir hızla devre dışı bırakılmış olması ise, kuşkusuz durumu ağırlaştırıcı gelişmeler olmakla birlikte, ikincil önemdedir.

Seçmenlerin kimler olduğunu, bir başka deyişle, hangi yurttaşların oy kullanacağını gösteren listeler de eskiden hiç değilse biçimsel bir bağımsızlık göstergesi olarak yargıçlardan oluşan bir kurul tarafından belirlenirdi. Artık o iş de yürütmeye bağlı sıradan bir kurum olan istatistik kuruluşunun eliyle yapılmaktadır. Bu işin yapılışı sırasında ortaya çıkan ya da çıkabilmesi mümkün ve muhtemel olan çeşitli oynamalar ise şaşılacak kadar gündem dışı kalabilmektedir.

Sonuç olarak, fiilen parti başkanlarının ya da onların yanı sıra yine onların uygun göreceği üçbeş kişinin daha katılımıyla oluşan bir birincil seçmenler kurulunun belirlediği parlamenter adayları, sadece oyları toplandığında seçmen sayısının yüzde 10’u edebilen ikincil seçmenler tarafından onaylanmakta, bu oranın altında kalan seçmenlerin oyları tam anlamıyla çöpe atılmakta ve yasama organı böyle oluşmaktadır. Zaten, o yasama organı da sadece esas itibariyle tek bir kişiden oluşan bir yürütme organının oylanmak üzere gündemine getirdiği yasaları onaylamakta bu süreçte, en önemli, hatta tek önemli performans göstergesi ise hız olmaktadır. Gerçi, bu durum şu andaki iktidarın icadı değildir bundan önceki koalisyon hükümeti döneminde de, emperyalist dünyanın uluslararası kurumlarının dayatmasıyla kotarılmış birtakım yasal düzenlemelerin olağanüstü bir hızla parlamentodan geçirilmesi, iç ve dış demokrasi çevrelerinde büyük övgülerle karşılanmıştı.

Halkın, hepimizin bir şer ile karşı karşıya bulunduğu besbellidir. Bu şerden bir hayır çıkması ise şöyle mümkün olabilir: Halkın çoğunluğu, olmadı önemli bir kesimi, “demokrasi” diye söylenegelenin, aslında, kendisinin kötülüğüne yol açtığını iyiliğin ise bunun önüne ileri, çağdaş, gerçek, hakiki, devrimci, sosyalist türünden sıfatlar getirilmekle değil, bu aldatmacanın kendisinin kaldırılıp atılmasıyla gerçekleşebileceğini anlar ve anladığına uygun davranmaya başlar. Böyle olursa ancak, bu kötülükten bir iyilik doğabilir çünkü, şerlerin en kötüsü, ehveni şer değil, şerri hayır sanmaktır.