Seçim meçim…

Bu başlıkla, seçim konusunu önemsemediğimizi, başka bir deyişle, hafife aldığımızı mı anlatmış oluyoruz?

Evet, öyledir. Seçim, “temsili demokrasi” denilen şeyin bir halk yönetimi olduğunu göstermek için kullanılan bir araçtır ve her ülkede çeşitli açılardan bir soytarılık gösterisine dönüşür, bizim ülkemizde ise biraz daha fazlasıyla öyledir.

Her düzeyde ya da alanda, seçimlerin halkın yönetim işini paylaşmasının aracı oluşu, sadece ve ancak, emekçilerin iktidarında mümkün olabilir. Dolayısıyla, bizim saçma sapan seçim yorumlarından ve onlardan daha az saçma olmayan seçim kutsamalarından kurtulabilmemiz de Sosyalist Türkiye Cumhuriyeti’nin yurttaşları olma ayrıcalığına kavuşmamızdan önce gerçekleşemeyecektir.

Yine de, umarım son kez olarak, seçim sonuçlarıyla ilgili birkaç söz söylemiş olalım.

1. Bizim arkadaşların burada üç dört gündür yazdıklarıyla doğru ve geçerli bir çerçeve çizildiğini düşünüyorum. Seçimle ilgili KP açıklamasında da konunun özü ortaya konmuştu: “Halk sandıkta kazanmaz, sandıkta kaybetmez. (...) Halk, kararlılıkla, akılla, mücadeleyle, örgütlülükle kazanır. Halk, sandıktan çıkan sonuçla kaybetmez. İlkesizliğe olur verdiğinde, yalana kandığında, kolay çözümlere bel bağladığında, zorbalığa boyun eğdiğinde kaybeder, halk olmaktan çıkar.”

2. Oysa, daha oy verme gününün akşamında, bir süredir konumlanmış göründüğü muhalif tutumdan  pişmanlık göstermeye başlayan “merkez medya” yakıştırması ile süslenmiş  burjuva basını bir yana, sağcısıyla solcusuyla yaygınlaştırılan bir saygı duruşu başlatılmıştı. Yok milli irade, yok seçmenin kararı, yok halk böyle istedi, daha neler… Komünistlerin ve aklı başında devrimcilerin bu kervana katılmamaları elbette şaşırtıcı olmamakla birlikte, şaşırtıcı bir saygısız da vardı. Liberal Demokrat Parti Genel Başkanı, “Her seçmenin, her kararına saygı duymak zorunda değilim; buna da saygı duymuyorum.” diyerek yelkenleri indirmekte birbiriyle yarışan sıkı muhaliflere ders vermiş oldu. Nasıl biri olduğunu hiç bilmiyorum. Vikipedi’ye göre, 58 yaşında ve 2005’ten beri bu görevde imiş. Bir de ABD’de iktisat okuduğu bilgisi var ki, böyleleri arasından seyrek de olsa akıllı laf eden çıkmaz ama, demek kırk yılda bir olabiliyormuş.

3. Bu sonuçların nasıl ortaya çıktığı konusunda türlü türlü sözüm ona teori üretiliyor da, kimse yüzer gezer oy değil, yüzmeyen ama gezen “yedek seçmen ordusu” gerçeğini etkenlerden biri olarak bile hesaba katmıyor. Oysa, Davutoğlu dahil iktidardakilerin hepsi sonuca şaşırmış ve bu şaşkınlıklarını açıkça dillendirmiş durumdalar. Böyle bir şaşkınlık, şunun bir göstergesi olamaz mı: Biraz da dalga geçerek girdikleri Haziran seçiminden sonraki ilk birkaç haftada yaşadıkları şoku atlatıp 276’yı bulmak için birkaç koldan harekete geçtiler ve  4 ay boyunca uğraştılar. Bu kollar arasında yüzmeyen ama gezerek oylar veren seçmen ve onların sorumluları konumunda olanlar da vardı ve bu kollar muhtemelen çok da eşgüdüm halinde iş görmüyorlardı, her biri “ne kadar çıktı elde edersem, o kadar iyi” hesabıyla çalışıyorlardı. Sonunda, biraz da eğrisi doğrusuna denk geldi, sözde muhalefet partilerinin akıl almaz aymazlıkları da bunlar arasındadır, iktidarın en tepesindekilerin bile aklına gelmeyen, hedef olarak koymadıkları bir “seçim zaferi” ortaya çıktı.

Bu hipotetik senaryo, hem bayağı açıklayıcı hem de somut verilerle de bir ölçüde uyumlu görünüyor. Biri genel biri özel nitelikte iki somut veriye değinmek yetecektir: Genel olanı, bu iktidarın çok uzun sürmüş ve bu çok uzun sürede AsParti başta olmak üzere az çok dişe dokunur koalisyon ortaklarını saf dışı bırakarak devlet aygıtını, en azından kayda değer ölçülerde denebilecek kadar ele geçirmiş olması. Bunu yaparken eşi benzeri görülmemiş yargı skandalları dahil burjuva legalitesini en kaba biçimlerde ayaklar altına almaktan çekinmemiş bir iktidar gücünün, doğrudan kendi emrindeki bir devlet dairesi olan istatistik kurumunun eline bıraktığı seçmen kütüklerini dilediği gibi düzenlemekten ürkme ya da kaçınma olasılığı var mıdır? Özel olanı ise şu soruda saklı: Bir seçmenin birden fazla oy kullanmasını önlemenin pek ilkel görünse de en güvenilir yolu olan birkaç gün boyunca silinmeyen boya ile parmak boyama kuralı neden ve ne zaman kaldırıldı?

İsteyen, birkaç partiye, bu arada özellikle iktidardaki partiye yapılan muazzam hazine  desteğini; kapsama alanı en geniş olan devlet televizyonunun “adaletsiz” sözcüğünün nitelemekte çok yetersiz kaldığı kullanımını; yazılı ve görsel basın organlarına uygulanan türlü çeşitli baskıları; Kürt nüfusun çoğunluğu oluşturduğu yörelerdeki günler süren sokağa çıkma yasaklarını ve o sırada yapılanları; bombalamalarla katliamları; başka akla gelmeyen hileleri, örnek olsun, 2000 yılındaki Amerikan başkanlık seçimleri sonrasında yapıldığı ileri sürülmüş ve şu günlerde videoları internette yeniden dolaşıma çıkmış bir adayın ya da partinin oy oranını, örneğin, yüzde 49’a “kilitlemeyi” sağlayan bilgisayar yazılımı olasılıklarını falan da katabilir.

Bunların her biri ve hepsi, mümkündür; burada sayılmayanların ve hiç akla gelmeyenlerin de gerçek olması mümkündür. Zaten pek çoğu gerçekleşmiştir de. Ancak, seçim sonuçlarını bunlara indirgemek, sadece bunlarla açıklamak ne kadar saçma ve yanıltıcı ise bunların hiçbiri mümkün ve muhtemel değilmiş gibi yorumlamalara ve güzellemelere girişmek de,  o kadar bağışlanmaz bir safdilliktir, herkesi sersem sanan bir kurnazlık değilse eğer.    

4. Peki, bir başka soru: 7 Haziran sonucu hiç değişmese ya da bir koalisyon hükümetini daha da çok dayatacak biçimde tekrarlansa idi ne olacaktı? Basit, güncel örneklemelerle soruya devam edelim: Davutoğlu başbakan, Kılıçdaroğlu yardımcısı olurken, ekonomi işlerini Babacan ve Damat bey ile Faik Öztrak ya da İlhan Kesici’nin yanı sıra Selin hanım kızımız üstlenselerdi, içişlerinde Ala yahut adının yazılışı ve söylenişinde daha fazla mutabakat olan bir başkası, adalette CHP’den bir muhterem demokrat zat, dışişlerinde Mevlüt Çavuşoğlu,  Avrupa Birliği bakanlığında yine CHP’den en Avrupai bir beyefendi, hatta hanımefendi olsaydı, böyle gelmiş böyle gitmez de  şu zavallı memlekette ne değişirdi? Belki birtakım hödüklüklerin azalmasından, bir de, aralarında çıkabilecek demokrasinin süsü niteliğindeki çekişmelerin yaratabileceği eğlencelerden başka…  

5. Yine bizim arkadaşların Pazartesi gününden beri yazıp söyledikleri gibi, demokrasi oyunu bir kez daha çuvallamıştır. “Genel oy”, kuşkusuz, bir tarihsel ilerleme anlamı taşıyan ve   genellikle emekçi sınıfların mücadelesiyle kazanılarak git gide geliştirilmiş bir haktır. Ancak, bunun, birçok başka gerekli koşul bir yana, oy verenlerin kime ve neye oy verdikleri konusunda, bırakalım temsili demokrasi söylemi açısından olmazsa olmaz sayılan  eksiksiz bilgiye sahip olmayı, en basit bilgiye bile ya hiç ulaşamadıkları ya da çok eksikli ve çarpıtılmış olarak ulaşabildikleri bir toplumsal-siyasal ortamda, işe yarar bir hak düzeyine yükselemediği ve, çoğu kez olduğu gibi, hangi dereden su getirilirse getirilsin makul ve mantıklı biçimde  açıklanamayan sonuçlara yol açtığı yeniden görülmüştür.

6. Şimdi, şu ya da bu nedenle ufku düzenin sınırlarını aşamayanların önünde  üç yol var görünüyor. (a) 1 Kasımda, daha önce 7 Haziranda, “bunlara sandıkta haddini bildirelim, böylece, demokrasiyi, cumhuriyetimizi, demokratik özerkliğimizi, şanımızı, şerefimizi kurtaralım” diyenler için “Bu mücadele ettiğimiz R.T. Erdoğan tarihin, modern tarihin, son zamanların, balkanların ve orta doğunun en büyük stratejistidir, bunu görelim, kiminle dans ettiğimizi bilelim, böylece dört sene sonraki seçimde onu alt etmenin çaresini bulabiliriz.” yolu. (b) “Öyle padişah, sultan, diktatör, bilmem ne demekle ve küçümsemekle olmuyor, adam kaçıncı defa ustalığını gösterdi; demek, sulh olup, uzlaşıp, belli ölçülerde işbirliğine girip elde edebileceklerimizi elde ederken bu cennet vatanda farklılıkları kabullenerek yaşamanın tadına varalım” yolu. (c) “Mıçmışım bu memleketin de bu ahalinin de içine, yetti çektiklerimiz, kendi düşen ağlamaz, biz gayri çeker gideriz.” yolu.

7. Aslında bu üç yolun üçü de aynı kapıya, düzene teslim olmaya çıkıyor. Ama bunların ve ayrıntılandırılabilecek başka benzerlerinin dışında bir yol daha var. O da, şu anda pek küçük bir küme oluşturdukları görünümü verenlerin yolu: Örgütlenmek, örgütlenmek, örgütlenmek ve bunu hiçbir gerekçeyle ertelenemeyecek ya da ötelenemeyecek tek bir hedef doğrultusunda, her türlü adaletsizliği, eşitsizliği, baskı ve zorbalığı hoşgörüsüzce silip atacak yepyeni bir toplum yaratmak üzere iktidarı almak amacıyla yapmak.

Kısacası, aslında, var olan sadece ve sadece iki yoldur: Biri, şu ya da bu biçim ve ölçüde teslim olmak. Öylece yaşayıp gitmek ve o arada “kafayı çalıştırıp” koparabildiğini koparmaya bakmak. Öbürü,  eksiğini de yanlışını da açıkça görüp söyleme ve değiştirme çabasını hiç boşlamadan, doğru bildiğin yolda devam etmek.

İlki kolay; biraz onur kırıcı görünse de, olur o kadar, zaten onurun karın doyurmadığını herkes eninde sonunda öğrenir, diyebilenler için giriş kapısı ardına kadar açıktır.

İkincisi zor mudur? Evet, zordur. Zahmetli midir? Hem de nasıl. Sabır ve inatla çalışmayı mı gerektirir? Kuşkusuz öyledir.

Peki, çok mu uzun sürer? İşte orası belli olmaz.