Savaş

Önce, iç savaş başlığını koymuştum. Sonra, biraz daha düşününce, iç sözcüğünü atarak yazmakla, bu hafta üzerinde durmak istediklerime uygunluğu artırabildiğimi fark ettim. Bugün iç ve dış boyutları olan ya da hem içe hem dışa dönük savaş koşulları içinde yaşadığımızı düşünmekte bir abartma görünmüyor.

İç savaşa ilişkin bazı göstergelerle, gösterge demek fazla kesinlik taşıyorsa, görünümlerle diyerek başlayalım.

Birkaç gün önce arkadaşlarımızın burada yaptıkları bir sergilemeye göre, 7 ilde ve onların bir yığın ilçesinde, Ağustos ortalarından beri, demek aşağı yukarı 4 aydır, defalarca tekrarlanan ve her biri günlerce süren sokağa çıkma yasakları uygulanıyor. Bu ilçelerin toplam nüfusları, 1 milyon 300 bin olarak belirlenmiş. Olağan sayılamayacak bir durum: Yığınlarla insan, evlerine hapsedilmiş olarak yaşamak zorunda bırakılmaktalar.

Karşılıklı olarak ağır silahların kullanıldığı, o arada devlet güçlerince tanklarla toplarla yürütülen şiddetli çarpışmalar oluyor. Geçenlerde bir Kürt milletvekilinin sözleri vardı: “Yakında savaş uçaklarıyla bombalamak zorunda kalabilirler.” Bütün bunların sonucunda, ölümler, yaralanmalar, yanıp yıkılmış delik deşik edilmiş binalar, kitleler halinde salkım saçak kaçarak göç eden sivillerin çok da ortaya çıkarılmayan görüntüleri…Aslında, fazla söze gerek yok, bizim Alpaslan Savaş’ın dün buradaki yazısında aktardığı telefon görüşmesini okuyun, yeter.

Asker-sivil memurlar, ikiyüzlülükleri tiksinti verici boyutları aşmış milli irade aşıklarının çok sevdikleri ve aşağılama amacıyla da kullandıkları deyişle, “atanmışlar” tarafından çatışma bölgesine sokulmayan, kutsal demokrasinin “seçilmiş” milletvekilleri; hendeklerle korumaya alınmış sokaklara-mahallelere giremeyen resmi silahlı güçler: Bir başka anlatımla, otoritesine ve eksiksiz olarak silahlanmış olmasına rağmen devletin hükümranlık alanının tümüne girme gücünü gösteremeyen legal güçler: iç savaşın açık göstergesi, belki de tanımı.

En son, sık sık adı geçen iki ilçe olan Cizre ve Silopi’deki sokağa çıkma yasağı ile bağlantılı bir resmi açıklama: “Buralarda açılmış 200 hendek tespit edildi; bunlardan 50’sinin mayınlanmış olduğu sanılıyor.” Perşembe gününün manşetlerinde ise anılan ilçelere yönelik olarak iki generalin komuta ettiği ve on bin askerin katıldığı harekât haberleri var.

İç savaş ya da iç savaş ilanı deyince, epey uzun bir zamandır, bizim Yalçın Hoca akla gelir herhalde. Yanlış hatırlamıyorsam, onun iç savaş ilanlarının başlayışı, ilk basımı Temmuz 1985’e kadar geriye giden Aydın Üzerine Tezler-3’tedir. Daha sonra, Türkiye Üzerine Tezler’in üçüncü ve beşinci kitaplarında tekrarlanarak geliştirilmiştir. En son, Tezler-5’te üç iç savaş ilan edilir; iç savaş ilanından söz edip duruyorum, çünkü ona göre iç savaşları ilan edenler tarihçiler ve bilimle uğraşanlardır. Orada sözü edilen üç iç savaşan ilki için 1806-1826, ikincisi için 1906-1926 dönemlerini verir ve ilkinden  Tanzimat’ın, ikincisinden Cumhuriyet’in çıktığını yazar; üçüncüsü ise 1966-1968 yıllarında başlayıp tekelli düzene geçişi gerçekleştirmiştir.

Çok tartışıldığını, çok itiraz ve çok kabul gördüğünü biliyoruz. Örnek olsun, kuşkusuz ondan etkilenerek, bunlara yakın düşünceleri dillendirdikleri için ilgili jürilerdeki kıdemli üyeler tarafından sıkıştırılan birkaç doçent ve profesör adayını kişisel olarak tanırım.  

Bana kalırsa, bu tür ufuk açıcı çözümlemelerin yoğun itirazlara ve desteklere yol açması doğaldır. Öte yandan, “iç savaş”ın çok geniş çağrışımlı bir terim oluşu yüzünden, sınıf mücadelesinin oyuncularının alacakları, almaları gereken tavırlar ve bunların süreklilik ile değişkenliği konularında tahammül edilebilir sınırları zorlayan belirsizlik ve tutarsızlıkların ortaya çıkma olasılıkları artar ve bu durum siyasal mücadele açısından ciddi sakıncalar da yaratabilir. Yine de, bizim Hoca’nın iddiasıyla, “iç savaşlar tarihçiler tarafından ilan edildiğine” göre, bu esas olarak zihin açıcı bir çözümleme aracıdır. Açık ya da açılmış bir zihin ise tabulardan, sınırlardan, engellerden arınmış bir düşünme sürecinin tek değilse de ilk koşuludur. Geçmeden, Kasım 1992 tarihli Tezler-5’teki şu cümleyi aktarmayı unutmayalım: “İç savaşın teorik özü, devlet otoritesinde delikler veya boşluklar görülmesidir.”

Yakınlaşan dış savaş koşullarına ilişkin bazı işaretleri de kolayca sıralayabiliriz:

Rusya ve Suriye, daha az olarak da İran devleti, bu üç komşu devlet, defalarca ve resmen tekrarlanmış suçlama ve şikayetlerde bulunuyorlar.

Bir dördüncü komşu devlet olarak Irak, daha geçenlerde BM Güvenlik Konseyi’ne resmi şikayet mektubu yazdı.

Nihayet, Rus uçağının düşürülmesi ve bir pilotunun öldürülmesi ile patlak veren bunalım ve gerginlik hâlâ sürüyor.

Bu arada, içeride ve dışarıda savaşın aynı gün içinde devamına ilişkin örnekler de çoğalıyor: İki gün önceki Çarşamba, üç ayrı ilin 5-6 ilçesindeki çatışmalı operasyonlara, ülke sınırları dışındaki Kandil’in savaş uçaklarıyla bombalanmasına ve Musul’un çok yakınındaki Başika’da kara çarpışmasına tanıklık etmişti.

Aslında, bu tür çok güncel olaylarla gelişmeler önemsiz olmamakla birlikte, dış savaş olasılığının ortaya çıkıp hiç yok olmayan bir süreklilik kazanması konusunda düşünürken, klasik ayrımı hatırlayarak söyleyelim, “iç dinamik” üzerine bir vurgu yapmamak, sadece eksik değil, yanlış da olur. Ancak, iç dinamik derken, artık bir komikliğe dönüşmüş olan her musibetin kökünde şu 15 yıla yaklaşmış akp dönemini bulmaktan söz etmediğimiz besbellidir. Türkiye kapitalizminin ulaştığı “gelişmişlik” düzeyinin yarattığı iç dinamiktir bu. Üç yıl kadar önce, art arda iki yazımda, bizim profesör Ahmet Haşim Köse’nin tez danışmanlığında gerçekleştirilmiş bir doktora çalışmasının da bulgularından yararlanarak, Türkiye’nin bir emperyalist hiyerarşinin içinde yer alan ve emperyalizmin ayırt edici karakteristikleriyle dikkat çekici uygunluklar gösteren bir ülke konumunda olduğuna değinmiştim. Şimdi, okumak isteyenlerin, ilki 28.10.2012 tarih ve “Bir soru ve hatırlattıkları” başlıklı, ikincisi 4.11.2012 tarih ve “Emperyalizm ve Türkiye” başlıklı bu yazıları buradan kolayca bulabileceklerini düşünerek, bir cümle ekleyip geçeceğim: Emperyalist sistemin elbette bir hiyerarşisi bulunmakla birlikte, burada açıkça belirtilmiş kuralların bulunmadığını, bununsa o hiyerarşinin tepesindekilere bir esneklik ve inisiyatif tanırken, daha aşağıdakileri bir tür tetikçilik ile daha yukarılara hallenme arasında her türlü provokatörlüğe açık bir konumda tuttuğunu ileri sürebiliriz. Türkiye’nin egemenleri için böyle bir rol biçilmiş kaftan mıdır, bilinmez, ama niyetlerinin bu olduğuna ilişkin işaretler hiç de az değil.

İç savaş kavramını zorlayan ve belirsizleştiren ek kaos kaynaklarından da söz edilebilir:  Yeni kavimler göçünün kışkırtıcısı, kârlısı ve zararlısı olarak bir Türkiye ortaya çıkıyor. Sayıları git gide artan sığınmacı, bir bölümü burada kalmaya, bir bölümü Avrupa’ya doğru yol almaya niyetli 3 milyon insan buralara göçmüş durumda. Bunun ilk başlatıcısı, bir özgürlük ve demokrasi hareketi olarak yutturulmaya çalışılan “Arap Baharı” efsanesiydi, hatırlanacaktır. Bu yutturmacaya karşı çok erken ve çok öğretici bir açıklayıcı olarak bizim Alper Birdal ile Yiğit Günay’ın kitabını da hatırlatmadan geçmek olmaz.  Bu noktada, emperyalizmin bir özelliği olarak şunu düşünemez miyiz? Emperyalizm, kaos üretiminde gelişmiş teknolojik donanıma sahip, dolayısıyla oldukça ustalıklı davranabilen, buna karşılık, kaos yönetiminde benzer başarılara ulaşamayan bir düzendir, ya da aynı anlama gelmek üzere, düzensizliktir; bir süreklilik kazanmış kargaşa düzenidir.

Ülkenin her yanına yayılmış olduğu tahmin edilebilen, nereye ve ne kadar yığıldığı ise kestirilemeyen siyasal islamcı katil sürüleri, bu yönetilemeyen kaos sürecinin daha tehlikesi yeterince anlaşılamamış en ürkütücü uzantıları arasındadır. Bu kapsamda, Çarşamba günü ortaya atılan yarı resmi açıklamaya göre, Eş Şebap terör örgütünün saldırı hazırlıkları yaptığı “istihbar edilmiş”. Buyur burdan yak, derler. Bu da nerden çıktı şimdi?

Savaş ile ilgili ünlü çalışması hâlâ bir klasik olma niteliğini koruyan Carl von Clausewitz’e bir göndermede bulunabiliriz. Prusyalı generalin “Savaş, sadece politikanın başka araçlarla devamıdır.” biçimindeki saptaması çok bilinmekle birlikte, şu değerlendirmesi de son derece önemlidir: “Savaş bir kuvvet kullanma eylemidir. Devletler hukukuna ilişkin örf ve adetler adı altında toplanan, anılmaya pek değmez bazı sınırlamalar, onu fazla zayıflatmadan kuvvete eşlik ederler. O halde kuvvet, yani fiziksel kuvvet,  (…) düşmana irademizi zorla kabul ettirme amacının aracıdır.”

Bu amacın ve aracın iç savaş için geçersiz olduğu söylenebilir mi? Öyleyse, düşmanın ya da karşı tarafın iradesi kırılamazsa, savaş sürüncemede kalır ya da kimin nihai üstünlük sağladığının anlaşılamadığı biçimde kesintiye uğrayabilir. Sürüncemede kalması durumunda ise artık hiçbir zaman yaşanmamışa benzeyen “olağan” koşullarda çılgınlık olarak görülebilecek her türlü aşırılık sıradanlaşır.

Bir sonuca bağlamaya çalışırsak, ülke, iç ve dış savaş koşullarının eşiğinde, hatta çoktan eşikten içeriye adım atmış durumdadır. Bu durumun nasıl gelişebileceğine ilişkin kestirimler içinde çok ürkütücü olanlar da bulunuyor ve bunları dillendirmek hiç de felaket tellallığı yapmak anlamına gelmiyor.

Milyonlarca yok yoksul emekçi ülke topraklarına yığılıp duruyor. Bunların hiç değilse küçümsenemeyecek bir bölümünün burada kalma olasılığı yüksek. Bu demektir ki, ülkenin emekçi nüfusuna, besbelli, pek az kural konularak bir yığın “yabancı” insan eklenecek. Bunlar egemen sınıflar ve onların temsilcisi yönetimler tarafından ekonomik, siyasal, kültürel manipülasyonlar için alabildiğine kullanılacaklar. “Türkiye işçi sınıfı” ise ekonomik ve günlük hayatında şimdiden karşı karşıya gelmeye başladığı bu yeni sınıfdaşları ile birbirlerine karşı kışkırtılacak, git gide itişip kakışmalara sürüklenecek; ama, tarihsel ve güncel misyonları gereği, onları örgütlemek ve kazanmaktan başka bir çaresi olmayacak.

Hele de yukarıdaki gibi tırnak içinde yazınca, ister istemez, Şair Baba’nın ünlü şiirinin başlığı akla geliyor: Türkiye işçi sınıfına selam!

Tamam, elbette selam da, Türkiye işçi sınıfının işi pek zor, pek karışık görünüyor doğrusu! Selamlamanın çok ötesine geçmek, ona sürekli ve etkili olarak müdahale etmek gerekiyor.