“Restorasyon” dedikçe…

İyi şeyler geliyor aklıma, diyecek değilim. Kötü şeyler geliyor, demenin de pek bir anlamı yok. Sadece küçümseyici, kötüleyici bir anlam vermemeli demek istemiyorum; olumlu ya da olumsuz, böylesi değer yargısı yüklü bir anlamda kullanmamalı bu sözcüğü.

Galip Munzam, buradaki Serbest Kürsü’ye gönderdiği ve kendisinin itiraz dediği, benim isyan yazıları olarak adlandırdığım, ama gönlü razı olmamaktan kaynaklandığında ortaklaştığımız  yazılarından ikincisinde, “Bir devrim ya da karşı-devrim mantıksal sonuçlarına ulaşabilmek, dolayısıyla devamlılığını sağlayabilmek amacıyla, belli aşamada kendi siyasal konsantrasyonunu dağıtmayı, ‘dilüe’ etmeyi, belli mevzilerden geri adım atmayı göze alabilir. Restorasyonun arkasında yatan genel mantık bu şekilde özetlenebilir.” diyordu; restorasyon sözcüğünden anladığını böyle anlatıyordu.

Yalçın Küçük ise Hepileri dergisinin Nisan 1997 tarihli sayısında yayımlanmış yazısında bu kavrama ilişkin olarak şöyle bir tanımdan yola çıkmıştı:

“Ülkemiz, korkak ve çekingen bir restorasyondan geçmeye çalışıyor.

“Bir devrim, kendisini kabul ettirebilmek için, olabileceğinden çok daha ileri mevzilere uzanmak zorunda kalıyor ve ancak bir süre sonra, kendisini sağlama alabilmek için, bunların bir bölümünden geri çekiliyor. Restorasyon budur.”

Yaptığım iki alıntının, birbiriyle örtüştüğünü, bunun da ötesinde, aralarındaki zaman farkına ve yazarlarının yaşları ile yer aldıkları taraflara bakıldığında, ilkinin ikincisini izlediğini söylemekte bir yanlışlık yok. Ancak, benim buradan yola çıkarak ulaşmak istediğim, hem ulaşmak hem de ara uğraklarda vurgulamak istediğim, biraz farklılık gösteriyor. Farklılık biraz mıdır, daha mı fazladır, aykırı düşüncelerin önünü kesmiş olmayalım, ona da okuyanlar karar versin.

Restorasyon sözcüğünün yahut kavramının, özgün anlamıyla, devrimler ve karşı devrimlerle ilgili olduğuna, burada devrimler derken de burjuva devrimlerinden söz ettiğimize bir itirazım yok. Hatta, sadece burjuva devrimleri için değil sosyalist devrimler ya da işçi sınıfı devrimleri için de bu kavramın, olgunun diyelim isterseniz, geçerliliğinden söz edilebilir; üzerinde yeterince düşünmüş değilim. Bu derecede genelleştirilebilir mi, emin değilim, demek istiyorum.

Asıl vurgulamak istediğim, itiraz ettiğim de denebilir, bu kavramın geçerliliğinin devrimler ve karşı devrimlerle sınırlı olmayışı ile ilgili. Şunu demek istiyorum: Müttefikleriyle birlikte ve bu birliktelik içinde onlara üstünlük sağlayarak iktidarı ele geçiren burjuvazi, toplumdaki azınlık konumundan doğabilecek tehlike ve tehditleri azaltmak için, demokrasi kavramını, daha uygun bir deyişle, yanılsamasını kullanmak zorunda kalıyor. Bunun ideolojik, siyasal ve pratik olarak  bir yığın alt başlıkları bulunuyor. O ayrıntılara girmeden devam edersek, kapitalist sınıf açısından restorasyon belli bir sıklıkla beliren bir ihtiyaç olarak ortaya çıkıyor.

Somut bir olgu olarak az önce değindiğimiz restorasyon, coğrafya anlamında kendi ülkemizle sınırlıdır ve doksanlı yılların sonundaki o örneğin üzerinden de yirmi yıla yaklaşan bir süre geçmiştir. Buradan hareketle, kapitalizmin restorasyon ihtiyacının periyodik olarak ortaya çıkmasına, bu sürelerin pek de uzun olmadığına işaret etmek çok hatalı görünmese de, bunun birbirine çok yakın ve saptanabilir aralıklarla gerçekleştiğini ileri sürmek, en azından şimdilik, yeterli dayanaktan yoksun görünüyor.     

Burada bir ayraç açarak, yöntemle ya da sergileme biçemiyle ilgili, bir iki noktaya değinmenin yararlı olacağını sanıyorum.

Böyle yazıp giderken, her zaman değil, kuramsal yanı az çok ağır basan konularda kalem oynatırken, şimdiki zaman kipinde yazmak yerindedir. Henüz kuramsal açıdan yeterince irdelenip belli bir kesinlik kazanmamış, daha çok kişisel ve kolektif gözlemlere dayalı çözümlemeler yaparken, şimdiki zamanda yazmak uygun olur. Öteki yandan bakılarak söylenirse, bu gözlem ve çözümlemeler belli bir soyutlama düzeyine ulaşıp genellenebilir olduktan sonra ancak, geniş zamanlı olarak yazılıp söylenebilir. Dil açısından böyledir, bizim dilimiz buna imkân verir; dil düşüncenin aynasıysa eğer, düşüncenin de buna uyması gerekir, öyle olursa, anlatma ve anlaşılma bakımından esaslı bir kolaylık sağlanabilir.

Ayracı kapatarak devam ediyorum. Ancak, bu yazıyı okumaya başladığına pişman olan ve hâlâ vazgeçmeyen okurlar için, on satır kadar önceye bir göz atma zahmetine katlanarak devam etmelerinin iyi olabileceğini de belirtmek istiyorum.

Kapitalizmin, başka bir anlatımla, onun en son, en yüksek değil en son dememiz gereken  aşaması olan emperyalizmin siyasal rejimi olarak demokrasi, bizim büyük halk feylesofumuz Hoca Nasreddin’in çok bilinen öyküsündekine benzer biçimde, eşeğini önce kaybettirip sonra buldurtma rejimidir. Bin bir uğraşla kazandıklarını birden, birden derken her zaman bir çırpıda değil, uzunca bir zaman diliminde de olabilir, kaybedersin; sonra, o kadar, belki daha uzun bir süre uğraşıp didinip geri kazanırsın. Üstelik, geri kazandığının en baştakine oranla gerçek bir ilerleme olup olmadığı çok belirsizdir  ve o arada katlanmak zorunda kaldıkların da cabasıdır.

Demokrasi, daha doğrusu, biz ilericilerin, ilerici ne söz, komünistlerin de bir zamanlar dilimizden düşürmediğimiz demokratikleşme, işin gerçeğine baktığımızda, tam da buna benzer bir “şey”dir: Eşeğini kaybedersin, sonra uğraşa didine ya da kimileyin çok da uğraşmadan bulursun, bulduğun o eski işe yarar hayvan mıdır, onu da bilemezsin, ama yeniden bulup kazandığına sevinirsin. Aslında pek de kazanmadığını anladığında ise iş işten geçmiş olur. Ne beis, ah ne güzeldi o eski günler diye yeniden geçmişin peşine düşersin!

Demokrasi budur.

Düzeltmeli, demokrasi başlığında bunun ötesinde de bir yığın söz söylenebilir; budur dediğim, demokrasi mücadelesi yahut demokratikleşme denilen budur. 

Demek istediğim, restorasyon da budur; onu yönetip yönlendirenler açısından değil elbet, izleyenlerin, hatta doğru dürüst izleme imkânı bile bulamadan tabi olanların görmesi gereken gözle bakıldığında, bundan başka ne olabilir?

Böyle bakılıp anlatılırsa, salt açıklamak için yazıp konuşmanın ötesine geçilebilir, diye düşünüyorum.

Şu son cümlenin bitişi bana ait değil, anonim bir kaynaktan alıntı; üstelik, dinledikçe ve okudukça, sinir bozucu ölçüde yaygınlaştığını fark ettiğim bir alışkanlık. Kırk kere yazıp söylemişimdir; böyle her cümlenin sonunu “diye düşünüyorum” utangaçlığıyla bitirmek, bir yanıyla, hem kendine hem dile getirdiklerine güvensizliğin, bir yanıyla, “zevklerle renkler münakaşa edilmez” abukluğunun belirtisidir.

Bu kez, yoksa sık sık olduğu gibi mi, biraz dağılmasına göz yumarak sözü uzatmış olduk; ama bu restorasyon konusu daha epeyce kalem oynatmayı hak ediyor.

Halkımızın deyişiyle, kısmetse, gelecek haftaya…

Ayrıca, bu kısmet sözcüğünü, öylece, yazıldığı gibi ve aşağı yukarı aynı anlamda, Engels üstadımız yazmış zamanında, biz yazmışız çok mu!