Pek Yakında

Eskiden, bundan kırkbeş elli yıl önce, yazlık sinemaların dolup taştığı ve uzun kuyruklar oluşturarak içeri girebildiğimiz zamanlarda, bütün sinemaların bir gelecek program’ı, bir de pek yakında’sı olurdu. İlki, o sırada “oynatılan” filmin gösterimi sona erdikten bir sonraki gün gösterilecek film ya da filmler anlamındaydı. Evet, “filmler” çünkü, iki hatta üç film birden oynatılması da az görülen uygulamalardan değildi. Sözgelimi, üç film birden’e bir girer, genellikle beş saatin altına düşmeyen bir sürenin sonunda dışarı çıkardınız. Güneş batmamışsa, dışarının aydınlığında gözlerinizi ovuşturarak, aynı çirkin dünyaya geri dönüşünüze lanet yağdırarak… O iki ya da üç filmin hemen hemen tümü de Hollywood ürünü olurdu, hemen hemen tümü de “happy end”e kavuşurdu ve geri döndüğünüz gerçek dünyanın mutlu sonlardan ne kadar uzakta olduğunu aydınlığa attığınız ilk adımda hatırlayarak “moralman” yıkılırdınız.

“Pek yakında” ise hem daha uzak hem de ne zaman olduğu belirsiz anlamını taşırdı. Herhalde, film gösterimi işiyle uğraşan tacirler, az çok anlaşmasını yaptıkları, daha doğrusu, ayarladıkları filmlerden fragmanını, o zamanki Türkçeleştirilmişi ile, parçasını bulabildiklerini, esas filmden önce oynatırlardı. Halk ağzındaki bir deyişti bu oynatmak yine, o zamanlarda… Artık hiç ya da pek kullanılmıyor benim hâlâ hoşuma gider. Nedenini yazmaya kalksak, ipin ucu kaçar, bu yazıya niye başladığımızı unutabiliriz.

Gerçi, şimdi de bu uygulama devam ediyor, denebilir belki. Ama, galiba, “pek yakında” kalmadı. Onun yerine, ya da onunla birlikte, “… tarihinde” başlayacak diye duyuruluyor. Eh, bizde de kapitalizm yeterince gelişmiş ve Hollywood ile usulünce ticaret yapabilecek duruma gelmiştir.

Biraz önce unutabiliriz diyerek işaret ettiğimiz tehlike gerçek olmadan, pek yakında neyi beklediğimizi yazmanın sırasıdır.

Birkaç gündür, “pek yakında” gösterime gireceği duyurulan bir filmin hazırlanmakta olduğunu öğrendiğimden beri, hiçbir haberi daha önemli sayamıyorum. “Devrimden Sonra” adını taşıyan bir film üzerinde çalışılıyormuş ve on iki ayrı bölümden oluşan bu filmi önümüzdeki yılın 1 Mayıs gününden başlayarak seyredebilecekmişiz. Bir de parçası gösteriliyordu filmin, böyle parça denilerek değil de, “teaser” olduğu belirtilerek. Bu “teaser” sözcüğünün ne anlama geldiği, neden böyle bilgiççe yabancı sözcüklerin kullanıldığı yolunda tartışma ya da eleştiriler de oldu yersiz ve haksız olmadığını düşünmekle birlikte, onlara girmiyorum. Parça, deyip geçelim.

Orada, bitmek bilmeyen karanlık bir tünelin içinde gidilirken, memlekette bir devrim olduğu ve onu gerçekleştirenlerin halka ilan ettikleri sezdirilen bir bildiri okunuyordu. O bildiride söylenenler, bizim partinin genel seçime ilk girişinde, bundan sekiz yıl önce, sosyalist iktidarımızın ilk gününde hemen yapmaya girişeceklerimizin özeti olarak halka duyurduğu hayali “kararname”de dile getirilenleri hatırlatıyordu. Heyecanlanmama yol açan nedenler arasında bunun da bulunduğu ileri sürülebilir. İtiraz etmem itiraz etmem de, beni asıl heyecanlandıran, “durun bakalım, nasıl bir ürün yaratmış bu çocuklar” diye her türlü merakımın önüne geçen, asıl, bütün ömrümüz boyunca ardından koştuğumuz neyse onu gündeme getirmesi, hiç değilse o izlenimi yaratması ve bunun da, aktaran kaynaklar abartmıyorlarsa, en azından belli bir çevrede dikkate değer bir ilgi uyandırmasıdır.

Gündeme getirilen devrimdir ve artık, karşı devrimden söz edilmiyorsa, her devrimin olması gerektiği gibi, sosyalist devrimdir.

Bunun, içlerindeki soğuk nevale tipler de dahil olmak üzere, kendilerine sosyalist sanını yakıştıran insanları çok heyecanlandırması doğaldır. İçlerindeki o tip derken ve kendimi de çok farklı saymadan anlatmak istediğim, herkesi çılgınca ayağa kaldıran olaylar karşısında bile anlaşılmaz bir serinkanlılıkla bakıp durandır. Sosyalistleri de kapsayarak en büyük kalabalığı oluşturan halk arasında böylelerine donyağı da denildiğini biliyoruz.

Sosyalist devrim şudur budur diye sözü dolaştırmanın anlamı yok. Benim türümün ve bütün emekçi insanlığın umudu, çaresi, hayalidir. Niye “hayali” olduğuna geleceğim de, şu “emekçi insanlık” deyişine bir vurgu yapmadan geçmeyelim. İnsanlık sözü bir bakıma çok belirsiz, bir bakıma pek ikiyüzlüdür. Sık sık o izlenimi versek de insanlığın ne yapıp ettiği, ne durumda olduğu, ne kadar alçaldığı bizi pek fazla ilgilendirmez bizim derdimiz emekçi insanlıktır.

Sosyalizmin emekçi insanlığın hayali olması ise vazgeçilmezdir. Bunu hem bir nesnelliktir, hep öyle olmuştur, emekçi insanlık açısından başka türlüsü mümkün değildir anlamında hem de böyle olmazsa yanmışız demektir, hiçbir yere varamayız, anlamında söylüyorum. Bu “hem, hem de”nin ilk bölümünü, apaçık olduğu için, bir kenara bırakıyorum. İkinci bölümüne gelince, bir anıyla ya da örnekle anlatmakta yarar olabilir.

Yıllardan 1978, bizim Yürüyüş dergisinde yazdığım bir yazıda, hayal kurmanın gerekliliğinden söz ederken, hep önemli ve hep ünlü olmuş NeYapmalı’ya bir göndermede bulunmuş, Lenin’in orada “rüya görmeliyiz” diye yazarken düşüncesine başvurduğu, kendisini etkilemiş devrimci demokrat yazarlardan biri olan Pisarev’den bir alıntıya da yer vermiştim: “Eğer rüya gören kimse rüyasına ciddi olarak inanırsa, hayatı dikkatle gözler, gözlemlerini hayal gücünde kurduğu çatılarla kıyaslarsa ve eğer, genel olarak, rüyasının gerçekleşmesi için bilinçli olarak çalışırsa, rüya ile gerçek arasındaki çelişmenin hiçbir zararı olmaz. Rüyalarla hayat arasında bir bağ varsa, her şey yolundadır.”

Bundan sonra “ne yazık ki, bizim hareketimiz içinde, bu cinsten rüya görenler pek az” diye hayıflanıyordu Lenin. Benim yazım da bizim ülkemizle ilgili olarak aynı yakınmayı tekrarlıyor ama, bizdeki sosyalizm mücadelesinin gerçekleştireceği geleceğin hayalini kurarak en yaratıcı biçimde gelişeceğini dile getiren iyimser bir sona ulaşıyordu.

Şimdiki yazımızın konusu dışında kalıyor olsa da, o yazıdan sonra, partinin üst yönetiminde görevli o zamanki bir yoldaşımdan esaslı bir zılgıt yediğimi eklemeden geçmeyelim. O sıralardaki bir iç çatışma ile bağlantılıydı bu azar ama, sanki başka bir gerekçesi yokmuşçasına ihtar ve ikazda bulunuluyorsa da, sözü edilenlerin aparatçik aklıyla bağdaşmaz görüldüğü besbelliydi.

Her neyse, bugünün konusu değil, uzatmanın alemi yok.

Şimdi, bu gençlerin giriştikleri iş, merak ve heyecan uyandırıcı olmayı hak ediyor. Yaşlarına ilişkin herhangi bir bilgim olduğundan değil, herhalde gençtirler varsayımıyla böyle yazıyorum çünkü, yaşlıların gördükleri rüyalar ister istemez geçmişe dönüktür, ileriye dönük hayalleri daha çok gençler kurarlar. Bu çalışma, sadece böyle bir hayal kurmaya kalkışmasıyla bile, övgüye değerdir. Daha başka övgüye değer yanlar taşımayacağını düşünmek içinse bir neden yok.

Bu çalışmayla ilgili haberi okuduğumdan beri, “yaşasın devrim ve sosyalizm” sloganını özellikle gençlerin nasıl coşkuyla ve tutkulu bir sevgiyle haykırdıklarını gördükçe duyduğuma benzer bir hoşnutluk içinde olduğumu belirtmem gerekiyor. En pespaye adamların bile dillerine dolayıp kirlettikleri devrim sözcüğünü temizlemek için, bu sloganda olduğu gibi, sosyalizmin açıklayıcı gücüne ihtiyaç duyuluyor. Pek yakında seyretme imkânı bulabileceğimiz filme ilişkin açıklamalardan, ülkemizdeki muhayyel bir sosyalist devrim sonrasına ilişkin bir kurgunun söz konusu olduğunu anlıyoruz.

İnsan yaptığı bütün değerli ve önemli işlerin önceden hayalini kurar onları önceden hayalinde kurmaya uğraşır. İnsanın yapabileceği işlerin en değerlisi olan devrim ve sosyalizm için de böyledir. Onları yapabilmesi için önce hayalini kurmak zorundadır bir bakıma, onları önce kafasında kurmadan gerçekleştirebilmesi mümkün değildir.

Sona yaklaştık, belki de kimilerince laf salatası olarak nitelenebilecek bu kadar sözü tek bir cümleyi yazabilmek için söylediğimi itiraf etmek durumundayım:

Sosyalist devrim pek yakındadır.

Bu cümleyi de konsantre laf salatası olarak görecekler içinse tek bir sözüm bile bulunmuyor. Olsa olsa, onları Can Yücel’in mübarek ağzına havale edebilirim artık yeni şiirler söylemesi mümkün olmadığına göre, söylemiş oldukları arasından seçileceklere…