Örgüt

Her insan için geçerli midir, bilinmez; ama pek çok insanın yapmak, hem de iyisini yapmak, ilerleyip ustalaşmak, hatta iz bırakacak kadar gelişmek istediği bir ya da, kimileri için, birden çok iş, meslek, uğraş vardır. Ancak, ne kadar yazık mı demeli, insanların çoğu bu isteklerini gerçekleştiremezler. Kimileyin unutur giderler, kimileyin de içlerinde bir “ukde” olarak taşıyıp dururlar. Arapça kökenli bu sözcüğü dilimizde düğüm, boğum benzeri sözcüklerle karşılayabiliriz. İşte öyle, boğazında yahut boğazında değil de gönlünde bir düğüm olarak kalır insanın; çok uzaklardaki hoş, ama iç burkucu bir anı gibi ne kadar uğraşsa da büsbütün unutamaz.

Kendimden örnek vermek daha kolay elbette. Benim de düğümlerim vardır; evet, bir değil, birden çok, hem o kadar çok ki, burada her birine bir parça değinmeye kalksam başka söze yer kalmaz. Şimdi, bunları yazarken, gel de daha 170 yıl öncesinden geleceğin “bütünsel insan”ını betimleyen o satırları hatırlama:

“…hiç kimsenin tek bir ayrı eylem alanının olmadığı, herkesin istediği bir dalda başarılı olabileceği komünist toplumda, toplum genel üretimi düzenler ve benim bugün bir işi, yarın bir başka işi yapmamı, sabahleyin avlanmamı, öğleden sonra balık tutmamı, akşamüzeri sığır beslememi, akşam yemeğinden sonra eleştiri yapmamı, salt bir aklım olduğu için, hiçbir zaman bir avcı, balıkçı, çoban ya da eleştirmen olmadan bunları yapabilmemi mümkün kılar.”

Sadece kendimin değil birçok başka insanın da ideolojik-siyasal bağlanmalarında, kuşkusuz, sınıfsal köken ve aidiyetleri ile başka etmenlerin yanı sıra, burada anlatılmaya çalışılan bir hayata ilişkin beklentilerle özlemlerin de etkili olduğunu düşünmüşümdür hep.

İçimizde kalmış düğümlere dönecek olursak, bendekilerden biri dilbilimdir. O alanda mektep medrese görmek, daha bilimli anlatımıyla örgün eğitim basamaklarını geçmek, ilerlemek, o kadarı mümkün olmuyorsa bile amatörce de olsa uğraşmak istemişimdir. Ama, nerdee!

Belki biraz da bu nedenle olmalı, dilbilimcilere hep kıskanarak bakmışımdır. İmrenerek demek daha doğru olabilir belki; yalnız, içinde hiç kıskanma olmayan bir imrenme değil bu. İçlerinde yakından tanıdığım biri de var. Bizim heyecan veren, ama talihi kötü olmuş günlük soL gazetemizde yazıyordu; şimdi burada da “Dile Gelen” başlığı altında devam ediyor. Devam ediyor etmesine de, ne yazık, uzun aralıklarla.

Bir dilbilim profesörü olan Özgür Aydın’dan söz ediyorum. Benden yaşça çok küçük ve hem dostum hem kardeşim olduğu için böyle adıyla anmakta bir sakınca görmediğim Özgür’ün son yazısı, 25 Ekim tarihini ve “Mesele örgüt olmakta” başlığını taşıyordu. Her zamanki gibi, benim için öğretici oldu; ayrıca, bir yığın çağrışıma yol açtı.

Bu örgüt sözcüğü ile, yanlış anlatmış olmayalım, sözcüğün kendisiyle değil, onun yüzünden giriştiğimiz kavga gürültülerden daha önceki bazı yazılarda da söz ettiğimi hatırlıyorum. Kavga gürültü dediğim birçok yerde ve biçimde olurdu: okulda, işyerinde, bire bir, topluca, yazıp söyleyerek, tehdit ederek… Tehdit elbette bizden gelmezdi. Karşımızdakilerden gelirdi: Bir daha o kelimeyi kullanırsanız şunu yaparız, bunu yaparız, daha da olmadı, sizi atarız. Nereden? Okuldan, işyerinden, her neredeysek artık….

Özgür’ün yazısında değindiği ve sözcüğün daha çok kullanıldığını belirttiği “toplumsal ilişkilerle, halkçı konularla ilgili bağlamlar” onları çok rahatsız ederdi kuşkusuz. Ancak, yine aynı yazıda bu sözcüğün hiç azımsanmayacak sıklıkta kullanıldığı belirlenen gizli, tehlikeli, yasadışı durumlar, hep bunlar akıllarına geldiği için küplere binerler ve, örnek olsun, kendilerinin de içinde ya da yönetiminde bulundukları “teşkilat”a örgüt denmesine cin ifrit olurlardı.

Örnek olsun, örgüt sözcüğünü ağzına alamayan bir zat-ı muhteremin gülünçlü öyküsü belleğimde yer etmiştir; kısaca aktaralım. Kuzey Kıbrıs’ta başlangıçta “federe devlet” olarak adlandırılan ayrı siyasal birimin yeni ortaya çıktığı yıllardı. Ecevit’in akıllara ziyan oksimoron buluşuyla söylenirse, “barış harekâtı”nın üzerinden sadece üç dört yıl geçmişti. Resmi bir ziyaret için oradaydık. Kıbrıslı Türkler “anavatan”a bakarak birtakım devlet kurumları yaratıyorlar, ama onları adlandırırken oraya pek bakmıyorlar ve çoğunun hayranı olduğu Ecevit’in öztürkçeciliğine öykünüyorlardı. Böyle ortaya çıkmış kurumlardan biri de “Devlet Planlama Örgütü” idi. Bizim heyetin başkanlığını yapan zat ise bu tür sözcüklerle hiç başı hoş olmayan, dolayısıyla böylesi komünistliklere prim vermemekle övünen bir muhteremdi. Konuşurken hep “Devlet Planlama Teşkilatı” diyordu. Sonunda, o örgütte çalışan Kıbrıslılardan biri dayanamamış, “Beyefendi, görebildiğim kadarıyla, siz hâlâ Ankara’dan Lefkoşa’ya gelemediniz!” diyerek pek efendice bir dokundurmada bulunmuştu.   

Aslında bu yazıya başlarken niyetim, girizgâhı kısa tutup, asıl konuya ilişkin birkaç önemli nokta üzerinde durmaktı. Anlaşılan, haftalardır konuşamamanın getirdiği eksiklik, yazarak yahut yazarken gevezelik etme türünden bir eğilim ortaya çıkardı ve asıl konuya hâlâ gelemedik. Eskiden, bir kasideye başlarken, asıl konuya gelmeden önce giriş olarak bir beyit yazılır ve buna “”girizgâh, daha doğrusu, “gürizgâh” denirmiş ya, bizimki pek tuhaf bir kasideye benzedi galiba. Yine de, asıl muradımızın ne olduğunu hiç yazmamak olmaz.

Her zaman yazıp söyleriz de, özellikle son günlerde, çok daha büyük bir sıklıkla söylemeye başladık; üstelik, hemen hemen hep bir ağızdan. Hatta, ben daha geçen haftaki yazımda, Napoléon’a yakıştırılan “para, para, para” sözüne öykünerek “örgütlenmek, örgütlenmek, örgütlenmek” demekten bile geri durmadım. Bunları şaşkınlık, karamsarlık, çıkışsızlık türü sözcüklerle anlatılabilecek bir ortamda yazıp söylüyorsak ve bu neredeyse büyülü mertebesine yükselttiğimiz sözcüğün aşağı yukarı aynı önemlilik düzeyinde kullanılışının üzerinden yüz yılı aşkın bir zaman geçmişse, biraz daha üzerinde durmak, biraz daha ayrıntıya girmek, biraz daha yeni açıklıklar getirmek, belki de buradaki “biraz daha”ları “çok daha” ile değiştirmek gerekir.

Tamam, öyledir de, bir başka gereklilik daha var: Neyi, ne zaman ve nerede açmanın, derinleştirmenin, ayrıntılandırmanın doğru olacağını; yoksa, yapılanın yararsız, zaman kaybettirici, bazı durumlarda ise tehlikeli bir zevzekliğe dönüşebileceğini bilmek.

Hem bu uyarıcı notu hem de yazının sona doğru yaklaştığını dikkate alarak birkaç değinmeyle ve  bazı sorularla devam edelim.

Biri, öğrenmek ve öğretmekle ilgili. Öyle ya, pek çok konuda olduğu gibi örgüt ve örgütlenme alanında da bir “tabula rasa” ile karşı karşıya değiliz, üzerine her şeyi kaydedebileceğimiz boş bir plak yok elimizde. Tam tersine, oldukça gelişkin bir teori ve pratik birikimi bulunuyor. Kimlere ve nelere borçlu olduğumuzu unutmadan, “çok şükür” diye de ekleyebiliriz. Bu birikimin ayırt edici ve özsel öğelerini kavramadan girişilecek her türlü çaba ve eylem, ya başarısızlığa mahkûm olacaktır ya da başarısı büyük ölçüde rastlantılara bağlı kalacaktır. O birikimin öğrenilmesi ve öğretilmesi açısından, her türlü öğrenme/öğretme çabasında olduğu gibi, en çok başvurulmuş, dolayısıyla en çok sınanmış yöntem ise tekrardır.

Ancak, yukarıda iki yerde geçen tarih göndermelerinde kullanılan zaman biriminin yıllar ya da onyıllar değil yüzyıllar oluşunun da ima ettiği gibi, söz konusu birikimin geçmişi çok uzundur. Bunun akla getirdiği, biri kolaylaştırıcı öbürü güçleştirici iki özellikten söz edilebilir. Kolaylaştırıcı olanı, o birikimin birçok sınavdan geçmiş ve kökleşmiş oluşu ile zenginliğidir. Güçleştirici denebilecek yanı ise onca uzun zaman boyunca ortaya çıkması çok doğal olan eskime ve yıpranma payı ile bunun yarattığı geliştirici yeniliklerin yapılması gereğidir.

Öyleyse, bir yandan bildiklerimizi gözden geçirerek doğru öğrenip öğrenmediğimizi sınamak, bir yandan nerelere, hangi ek açıklıkları getirmek ve hangi yeni soruların yanıtı olabilecek ne tür yeni bilgiler üretmemiz gerektiğini kavramak zorundayız, demektir.

Üstelik, bunu salt bir öğrenme/öğretme ve bilgi üretme süreci değil, aynı zamanda, bir somut   iş çıkarma ve dönüştürme eylemi olarak ele alma zorunluluğu da ortadadır.

Önümüzdeki dönemde bütün bunları ve benzer başlıkları bir biçimde ele alıp irdelemenin gerekli olduğunu sanıyorum. Kuşkusuz, tümünü ve her birini burada ele alamayız; bazıları, bu platformun amaçları ve hedef aldığı kitle açısından uygun düşmeyebilir. Bununla birlikte, toplumsal mücadeleyi geliştirip ilerletmek ve dayanakları sağlam bir iyimserliği egemen kılmak bakımımdan, eski ve yeni bütün anlamlı soruları sormak, olabildiğince doyurucu yanıtlara ulaşmak ve bu doğrultuda hızla örgütlenmeyi becerebilmekten başka bir yol görünmüyor.