Ölen öldüğüyle kalmaz

Haftalar sürmüş zorunlu bir aradan sonra, küçük bir öykü ile, hem de yaşanmış bir öykü ile başlamakta ne sakınca olabilir? Sakınca bir yana, tasarlanan yazı konusuna denk düştüğü için, çok da uygun olduğu birazdan görülecek.

Geçen Pazar, 6 Kasım toplantısına katılmak üzere epeydir ilk kez bu kadar uzun bir yolculuğa çıkmışız. Büyük şairin unutulmazlaştırdığı Pazar gününe benzer bir gün işte, kışa girerken, insanı sevindiren güneşli ve sıcak bir hava; buna karşılık, bizi dışarı çıkaranlar kadar yapmaya niyetlendiğimiz iş de farklı: Gardiyanlarımızın izniyle değil dostlarımızın çağrısı üzerine kendi kararımızla çıkmışız güneşin altına ve ne sırtımızı dayayacak bir duvar ne de üstüne oturup  üç beş dakika bahtiyarlığımızı yaşayacak toprak aramaktayız.

Salona yakın metro istasyonunda indiğimizde, şöyle böyle bir kilometreye yakın bir yol yürüyeceğimizi biliyorduk da, ne yana gitmemiz gerektiğine karar veremeden sağa sola bakınırken, yanımıza yaklaşan bir genç kızın “siz de etkinliğe mi gidiyorsunuz” sorusuyla karşılaşınca, sorun çözüldü sanmıştık; ama o da yolu bilmiyormuş meğer ve bizden medet umarak yanımıza gelmiş.

Neyse, bir taksi şoförünün yardımıyla doğru yöne karar verip yürümeye başlıyoruz.

Biraz yürüyeceğiz ya, suspus da yürünmez, öğrenci olup olmadığını soruyorum genç yol arkadaşımıza. Lise öğrencisiymiş, faşistlerin kalabalık olduğu bir okula gittiğini de ekliyor. İkinci sorum adı oluyor. Genellikle bu sırayla mı olur, yoksa önce adı mı sorulur, soruları art arda yöneltirken, bunu da düşünüyorum, nedense!

“Cemre” diyor.

Bu iki yanıt birleşince herhalde, hem liseli hem de adı Cemre, üçüncü soru olmayan soruyu yöneltiyorum, yanıtını bildiğim bir soruyu konuşmayı ilerletmek için sorarcasına.

“Okul-Ülkecisin demek!”

Sanki, bütün Okul-Ülkeciler Cemre adını taşıyorlar ya da bütün Cemre’ler Okul-Ülkeci.

“Eskiden çıkarırlarmış da, ben bilmiyorum. Onun devamı bir çalışma için hazırlıklar var ama.”

Elbette, nereden Okul-Ülkeci olsun bu çocuk, o zaman ilkokul çağlarında falandı herhalde. Şimdiyse, boyuna posuna bakılırsa lise sonda olmalı. On yıl kadar önce miydi, yok, daha da eskilerde kaldı, çocukların benden istedikleri söyleşiyi bugün yapmış olsaydık, burada, Ankara’da olduğumuza göre, o da katılırdı herhalde.

“Okul ve Ülke” çevresindeki gençler, daha doğrusu, onlardan sorumlu olanlar, üniversite giriş sınavının arifesindeki öğrencilerle, meslek seçimi ile üniversite eğitiminin çeşitli boyutlarını ele alacak bir söyleşi yapmamı istemişlerdi. Pek de elverişli olmayan, ama tıklım tıklım dolu küçük bir salonda konuştuğumuzu hatırlıyorum; bir de, salonun orasında burasındaki sütunların arkasında kalan çocukları göremediğimi… Hatırlayabildiklerimin bundan öteye gitmeyişi, üzerinden çok uzun bir süre geçmiş olmasıyla ilgili olsa gerek. Asıl neden bu olmakla birlikte, yanı sıra, unutmak istemiş de olabilirim; çünkü, o söyleşinin üzerinden birkaç yıl geçtikten sonra, oradaki çocuklardan biri gelip beni bulmuş ve o gün benim anlattıklarımın kendisi için yol gösterici olduğunu, birkaç ay sonra girdiği üniversite sınavında doğru tercih yaparak başladığı eğitiminin son yılına geldiğini söylemişti. Bu durumda kim olsa aynı soruyu sormaz mı? Ben de öyle yaptım ve “Ne okuyorsun?” diye sordum. “İktisat” demez mi! Anlattıklarımla bir gencin, üstelik de sosyalizme bağlanmış bir gencin, şu berbat zamanın üniversitelerindeki makbul iktisat eğitimi programları çerçevesinde en az dört yılını harcamasına küçük bir katkıda bile bulunmuşsam, böyle bir katkıya yol açan toplantıda konuştuklarımı unutmak istemiş olmam doğaldır.    

Bu çok eskimiş anı kırıntıları bir yana, benim geçen Pazar günkü toplantıya giderken Cemre adı ile “Okul ve Ülke”yi birleştirmem ise Aydemir Güler’in 3 Kasım günlü yazısını okumuş olmamdan kaynaklanıyor. Yalnız o değil, Aydemir’in yazısında aktardığı Baran Nevcanoğlu adlı gencin Serbest Kürsü’de yer verilen katkısını da okumuş ve sanıyorum o iki yazıyı okumuş herkes gibi, müthiş etkilenmiştim.

Nasıl etkilenmeyeyim ki, eski bir arkadaşının kendi hayatına son verdiğini öğrenen gencecik bir insan, bu haberi duyururken şöyle yazabilmiş: “Ölümün soğukluğu, tanıdığını/sevdiğini kaybetmenin acısıyla; henüz arkadaşlarımızı kaybedecek yaşa gelmemiş olmamıza rağmen arkadaşını kaybetmenin tahammülsüzlüğü iç içe geçti.”

Bu satırları yazan da genç ölümünü haber verdiği arkadaşı da yirmili yaşlarının ortasına gelmek üzereymişler daha. Demek, ben onlardan kırk küsur yıl daha fazla yaşamışım; dolayısıyla, burada yazdıklarım, şaşırmak bir yetiyse eğer bu yetisini yitirmiş birinin değerlendirmeleri olarak da okunabilir, yaşanmışlıklardan dersler çıkarmaya çabalayan birinin git gide bıkkınlık vermeye başlamış bu alışkanlığının ürünü olarak da…

“(…) bu dünyanın, bu ülkenin yaşamaya değer olduğunu, hiçbir şeyi unutmadan yaşayacağımızı, hatırladıklarımızı ölümle örtmek yerine hatırladıklarımızın üstüne yeni bir yaşam kuracağımızı haykırmalıyız.”

Böyle yazmış Aydemir. Doğrudur. Kararımız bu olduğuna göre, söylememiz, haykırmamız gereken budur.

Tamam. Ama şunu eklemeden de geçemem:

Bundan kırk elli yıl önce, birer ikişer, üçer beşer kırılmaya başladığımız sıralarda, ana babalarımız, büyüklerimiz, bizi koruyup sakınmak, kırımın ortasından uzak tutmak için bir tür “ideolojik mücadele” yürütürlerdi: Sadece yaşadıkları günün dehşetine kapılır, düne dönerek ve yarına atlayarak kavramayı beceremezlerdi. “Görmüyor musun evladım, ölen öldüğüyle kalır” der dururlardı.  

Oysa, çoğu kez ölen öldüğüyle kalmaz; hele bizim yolumuzda, hiç kalmaz. Erken ya da geç, hayır, geç olmaz, şairin dediği gibi, “her ölüm erkendir biraz”, her ölenin de bir anlattığı vardır. Bizim yolumuzda ise her ölenin birçok anlattığı vardır.

Örnek olsun, geçenlerde hayatına son verdiğini öğrendiğimiz Cemre’nin arkadaşı Baran’ın yazdıkları, onun çok çalışkan bir öğrenci, hayatı ve hayatın dostları ile düşmanlarını öğrenmeye çalışan, öğrendiklerini başkalarına aktarmak için uğraşan, mücadele eden, örgütlenen, örgütleyen bir genç insan olduğunu gösteriyor. Ama, yine aynı arkadaşının şu satırlarını da okuyoruz: “Sonrasında yollarımız ayrıldı, aramıza şehirler girdi, Cemre partiden uzaklaştı, örgütlü yapamadığından bahsederdi, içimden hep, ‘İstanbul’a gidince partiyi bulur tekrar’ diye geçirirdim ama olmadı.”

Bir başımayım, oturmuş bu satırları okuyorum ve kendime soruyorum: Bu ölümde ondan bir süre önce gerçekleştiği anlaşılan ayrı düşmenin, o nedenle ortaya çıkmış olabilecek boşluğun, hayal kırıklığının ya da buna benzer duygu durumlarının payı var mıdır? Ölümden önceki ayrılıkta bizim payımız var mıdır, varsa nedir, ne kadardır? Şu anda, elimizdeki yetersiz verilerle, sadece acıyla karşılamak zorunda kaldığımız  bu durum tekil bir örnek midir? Tekil olması bile sorunu ortadan kaldırmaz ama, tekil değilse, neleri ve nasıl, hangi hızda yapmamız gerekir; hangi koşulların yaratılması gerekir? O koşulların ne kadarı  kendi öznel irademize bağlıdır; ne kadarı nesnellik denilen duvarın ardındadır ve o duvar ne kadar aşılmazdır?

Peki, bütün bu soruların yanı sıra ve onlardan apayrı olarak, benim 6 Kasım günü karşı karşıya kaldığım ve burada öyküleştirmeye çalıştığım rastlantıya herhangi bir anlam yüklenemez mi? Bana sorulursa, yanıtım evettir; evet, yüklenebilir ve o anlam tektir:

Cemre’ler tükenmez.