Öfke ile inanç

Hiç öfkesi kalmamış insanın, bırakalım başka şeyleri, yaşaması bile mucize yaratmak kadar güçtür. Herhangi bir inancın insanı ayakta tutabilmesi, öfkeden arınmışsa, mümkün değildir. Zaten, hiçbir öfkesi olmayan bir inanç, ancak dinlere inananlarda, onların da küçük bir bölümünde görülebilir. Hatta orada bile, dinler kendilerini yaygınlaştırmak, kimileyin de korumak  amacıyla şu ya da bu biçim ve şiddette mücadeleyi öngördükleri için, öfke olmadan olmaz. Uzatmadan bir sonuca ulaşmaya çalışırsak, öfkelenmeyenin mücadele etmesi beklenemez, diye noktalayabiliriz.

 

Bu cümleleri iki nedenle erteleyemeyeceğimi düşündüğüm bir tanıtım yazısına giriş olmak üzere sıraladım. Artık iyice unuttuğum çok eski yıllarda, bize yol gösteren büyüklerimizden işittiğim ve okuduğum bir söz vardı. Yazı yazmayı öğrenmenin ve öğretmenin en iyi yollarından biri, kitap tanıtım yazısı yazmak ve yazdırmaktır, derlerdi. Doğrudur. Lâkin, benim şimdi yazacağım tam bu tür bir tanıtım yazısı olmayacak. Bir değinme belki.

 

Önce, neden erteleyemeyeceğimi düşündüğümü belirtmeliyim.

 

Birincisi, Ankara’da kitabı edinmem epey uzun sürdü; dolayısıyla, zaten yazmakta gecikmiştim ve 7 Haziran seçimlerinin hemen öncesinde ve hemen sonrasında oluşacak gündemin aşırı zorlayıcı baskısı altında daha da gecikebilirdim.

İkincisi, iki gün önce, soL.haber’de ve başka yerlerde, AKP’nin bir Kürt milletvekili adayının söylediklerini okudum. Bu aday, adı geçen parti kurulduğu sıralarda “rijid bir solcu, sosyalist bir Kürt” olduğunu söylüyordu. Anlaşılan, sosyalistliğinin ne kadar “rijid” olduğunu açıklamak için de şu kanıtları getiriyordu: “90’larda bütün hak ihlallerinin (herhalde, o ihlallere karşı çıkışların, demek istiyor) göbeğinde yer aldım, DGM’de aydınların mahkemesini kaçırmazdım.” Derken, gazetecilikle uğraşan ve kendi deyişiyle “kibirli bir sosyalist” olan bu genç, Birikim dergisini okumaya başlamış ve “Ömer Laçiner, Murat Belge’lerin yazdıkları” kendisini çok etkilemiş. Böylece şu hakikate ulaşmış: “İslami hareketlere, muhafazakârlara hoşgörüyle yaklaşıp onların memleketi dönüştürebileceğine, vesayetçi rejimi kırabileceğine dair bir inanç gelişmişse bende, tek müsebbibi Birikim Dergisi; Laçiner, İnsel ve Belge’dir.”

Bu haberi okur okumaz, herhalde övgü niyetine söylüyor bunları çocuk, dedim kendi kendime; ama şimdi burada övülenlerin en az ikisi, Belge ile İnsel, bu övgüden hoşlanmış olamazlar, çünkü şu sıralar yine solculuk yapma peşine düştüler.

İşte bir de bu nedenle, “Belge’li Birikim gericiliği” tamlamasını dilimize kazandırmış ve bu gericiliği kovalamayı hiç savsaklamamış olan Osman Çutsay’ın kitabına bir değinmede olsun bulunmamanın, hem de haklılığının bir kez daha kanıtlandığı günlerde, bağışlanmaz bir ihmal olacağını düşündüm. Değinme deyip duruyorum; çünkü, bu kitabın üzerinde uzun uzadıya durmak bir yana, bir tanıtma yazısı yazmak bile benim şu anda ayırabildiğimden çok daha fazla bir emek zamanını gerektiriyor. Hem kendi okuma alışkanlıklarım hem de böyle bir yazı yazma niyetim yüzünden elime kurşun kalemi alıp masa başına oturduğumda, altını çizmeden  ya da yanına işaret koymadan geçebildiğim cümle kalmamaya başlayınca, o tür bir okumadan da yazıdan da vazgeçmek zorunda kaldım.

“Öfke” başlığı ile “Türk Çürümesinde Sanatın Rolü” alt başlığını taşıyan bu kitap, Beyaz Baykuş yayınları tarafından, Nisan 2015’te İstanbul’da basılmış. Çok titizlenildiği belli, temiz bir baskı olduğunu hemen söyleyebilirim.

Başka mecralar bir yana bizim soL okurlarının tümüne yakını, yazarın adını sanını, nasıl bir yazar olduğunu bilirler. Yine de benim birkaç bilgi eklememde sakınca olmasa gerektir. Osman Çutsay, kendisi bu tür kuşak yakıştırmalarına benim kadar kızmıyordur umuduyla söylersem, bir “78 Kuşağı” mensubudur; demek, onar yıllık dönemlerle yapılan bu kuşak yakıştırmaları bakımından, benden bir sonraki kuşaktan. Bu, anılan yıllarda devrimci üniversite öğrencisi olmak, anlamını taşıyor. Peki, devrimci olmasa olmaz mı? Benim tanımıma göre, olmaz; pek hoşlanmadığımı az önce belirttiğim bu kuşak sınıflandırması, ancak devrimcilerle ilgili olduğunda benim açımdan kullanılabilirdir. Çutsay, o yıllarda, Ankara’da Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin bir öğrencisidir ve, aynı zamanda, yine Ankara’da yayımlanmakta olan Sosyalist İktidar dergisi çevresinde çalışan bir devrimci öğrencidir; daha önemlisi, bizim sosyalist iktidar yürüyüşümüz içinde yetişmeye başlamış, daha sonra ve özellikle yaklaşık çeyrek yüzyıldır yaşayıp çalıştığı Almanya’da kendini geliştirmiş ve aradan otuz beş yılı aşkın bir süre geçtikten sonra da o yürüyüşün içinde olan bir mücadelecidir. Çok okuyan, çok düşünen, çok çalışan, bütün bunları sosyalist iktidar için gerekli olduğunu gözeterek yapan, yaparken de sözünü sakınmayan, başka bir anlatımla, hocasından, hepimizin hocası Yalçın Küçük’ten ödünç aldığı deyişle “entelektüel şiddet” uygularken gözünü kırpmayan, benzerleri hâlâ pek az sayıda olan bir devrimci işte. Sayıları biraz olsun çoğaldığında, pek çok sorunumuzu çözmüş olacağız.

Osman, bu kitaba yazdığı “ilksöz”de ve içindeki bazıları çok yeni, bazıları biraz daha eski incelemelerle değinmelerde, toplumumuzun ve asıl onun nesnel anlamda bir parçası olan solumuzun son otuz beş yıldaki çürümesinde sanatın önemli bir işlev gördüğünü ileri sürüyor; buna ilişkin yaşantılarını, gözlemlerini, saptamalarını sergiliyor; bütün bunlarla birlikte ve bunların bir ürünü olarak, son derece sarsıcı, birçoğumuz için irkiltici vargılara yahut önerilere ulaşıyor. Daha doğrusu, bu vargılarla önerileri tek bir başlıkta toplamak mümkün: Bugünkü yapılışı, üreticileri ve ürünleriyle sanat, vazgeçilebilirdir. Bu benim özetlemem oldu. Kendi kendisiyle bir konuşma olarak tasarlayıp yazdığı ve bu yılın başlarının ürünü olduğunu sandığım bir incelemesindeki kendi satırlarıyla aktarırsak, şöyle: “Sanat, tek başına çürütüyor. Sanat, somut bir çözülme ve çürümedir. Solsuz ve siyasetsiz sanat, piyasanın kutsanmasından başka bir anlam taşımaz. Çaresizlik, piyasa dediğimiz mezbahanın öpüp başına koyduğu bir ekmektir ve sanat en çok çaresizlik, yalıtılmışlık üretir.” (s. 289)

Mart 2015’te yazıldığı belirtilen “ilksöz”de söylenenlerin bazılarını da vurgulamakta yarar görüyorum: “Sonuçta, istisnalar 40 yıldır kaidenin altında kalmıştır: Türkiye’deki sanat erbabının, bir eğilim olarak, ne denli satılık, satıcı ve uşak olduğunu, en iyi 1980 sonrası Türkiye’deki toplumsal pratik göstermiş sayılmalıdır. Direnenler elbette vardı, ama onlar sanatçılık adına falan değil, devrimci oldukları için direndiler. Direnç kaynakları hakkındaki bilgileri yanlıştır. Ama dürüsttürler. Zaten de yenildiler. Yenildik. Sanatı cansiparene savunanlar ise zaman içinde en büyük ve en ahlaksız satıcılar olduklarını ilan etmek zorunda kaldılar. Her yerdeler.” (s. 11)

“Yerleşik kabullerin dışına çıkmayı arayan ve hep ters köşeden yanıtlar bulmaya çalışan metinlerden” oluştuğu belirtilen kitabın önerisi ise şöyle özetleniyor: “Bir başka araştırma alanı: Sanat ürünlerinin siyasal anlamları, toplumdaki siyasal yapılar ve insanların siyasallaşmasındaki rollerini irdelemek ve aynı şekilde toplumdaki siyasallaşmanın, siyasallaşmış insanın sanat ürünlerinin üretim sürecine doğrudan ve dolaylı etkisini araştırmak, siyasetin aşırı belirlendiği yeni ortaçağımızda, özel bir gereksinim olarak öne çıkıyor: Sanat politolojisi. (…) Modern zamanlar toplumu, burjuva toplumu veya demokratik toplumlar, isteyen ‘demokrasi’ olarak da okuyabilir, her şeyin yalana dönüştürüldüğü ve insanın da sürü hayvanına benzetildiği bir siyasal pratiğin adıdır. Dolayısıyla, böyle bir pratiğin ürünü ve böyle bir pratiğin yaratıcısı sanatı araştırırken, ayrıcalıklı bir siyaset vurgusuna ihtiyaç duymamız anlaşılabilir. (…) Sanat politolojisi, romanlarda, şiirlerde, öykülerde, enstalasyonlarda, ışık üzerinden türetilen görselliklerde, alışılmış tablolarda, radikal kopuş denemelerinde, şarkılarda ve yeni müzik arayışlarında, sinemada, tiyatroda, mimaride, aklımıza gelen her yerde, sanatın siyaset, siyasetin de sanat olarak gözlenme gereksinimine verilmiş bir yanıttır.” (s. 15-16)

Bu yazının başlığına ve ilk satırlarına dönerek bitirecek olursam, öfke ile inancın bütünleşmesine değinmem gerekecek. Onu da, kitabın pek çok yerinde bulmak mümkün olmakla birlikte, en sondaki iki paragrafı buraya aktararak yapmak en iyisi:

“Bugünkü çöküşümüzü hazırlayanlar, sanatçıydılar, önce onlar teslim oldular ve aydın kaynaklarımızdan başlayarak tüm toplumu çürütmeyi başardılar. Slogan dedikleri şey kendilerine hep sosyalizmi ve sosyalist deneyimleri hatırlattığı için, ki haksız sayılmazlar, bunun sanat pratiklerinden uzak tutulması yolunda büyük çaba harcadılar. Başarılı oldular.

“Her şeyi altüst edeceğimiz, toprağı metrelerce havalandıracağımız bir dönemin içindeyiz. Toprağın bağrını yarmadan olmuyor bu işler. Ekmeden biçilemiyor. Hafriyat yoksa yeni bina da yok. İsteyen buna içsavaş diyebilir. Bir içsavaş ilan etmek zorundayız. Son çaremizdir.”