Nereden Nereye

Yoksul evlerinin eski alışkanlığıdır zorunluluktan doğan alışkanlık, diye düzeltelim. Biraz zorlarsak, Engels’in yinelemeyi sevdiği İngiliz atasözüne, “ihtiyaç, icadın anasıdır”, göndermede bulunarak da sözünü edebiliriz: Haberli habersiz, yatılı konuklar geldiğinde, hem yatak yorgan hem divan sedir yetmediğinden, yere yatak serilir ve yatağın kısa kenarlarına iki yastık konularak tek kişilik yatakta iki kişi yatılırdı. Buna “ayaklı başlı yatmak” derlerdi.

Elbette, pek rahatsız bir yatıp uyuma biçimiydi ama, çocukluk anılarımdaki yeri hiç de göründüğü ya da gerçekte olduğu kadar kötü değildir. Odadakiler ve yan odadakiler uyumaya çabalarken, yorganı kafamızın üstüne çekip fısıl fısıl konuşmanın tadı, görünür ve gerçek rahatsızlığın hep önünde olmuştur.

Bir istisna ile…

Aynı yatıp uyuma biçimini, otuzlu yaşlarımın başlarında yeniden denemek zorunda kaldığımda, aynı hoşnutluğu duymadığımı itiraf etmek durumundayım. 12 Eylül rejiminin en azgın döneminde, resmi ve kendi açılarından gerçekten nesnel adlandırmasıyla,ceza ve tutukevlerinden, cezalandırılan ve tutulanların çok haklı adlandırmasıyla, tutsak kamplarından askeri olanlarının birindeydik. Orada “misafir edilirken”, komutanların zaman zaman bu tür konuşmalarla kafa buldukları olurdu, o misafirliğin ilk gecelerinde, çocukluğumdan sonra bir kez daha ayaklı başlı yatmak durumunda kalmıştım.

Şiddetinin uygulayanın keyfine göre mi önceden belirlenmiş bir tasarıma göre mi değiştiğini anlamakta güçlük çektiğim birtakım hoş geldin süreçlerinden geçerek ve yolunmuş tavuğa benzetilmiş bir kafayla koğuşa getirildiğimde, tanıdığım tek insan oydu. Çizgi, siyaset, parti, her neyse, o bakımdan aynı yerden geliyorduk. Yaşça benden epeyce büyüktü ve aynı yaşama/çalışma çevrelerinden değildik dolayısıyla, yakın bir arkadaşlığımız yoktu. Ama tanışıklığımız, saydığım nedenlere bağlı mesafeli bir dostluğumuz vardı. Cunta her gün durmadan insan doldurduğu için, askerisi sivili, mahpus damlarında yatacak yer kalmamıştı. Koğuş kıdemlisinin ilgi ve yardımıyla bir çözüm bulununcaya kadar ikimizin ayaklı başlı yatması çözümünü geliştirdik.

O benden epey sonra olmak üzere, farklı zamanlarda damdan çıktık. Çıktıktan sonra pek fazla ilişkimiz de olmadı sayılır. Ama dostluğumuz sürdü ya da öyle olduğunu düşündük. Son görüşmemiz, bundan yedi sekiz yıl kadar önceydi bir de, onun meslek örgütünün yeniden ayağa kalkışının ardından yapılan bir kongrenin konuklar bölümündeki konuşmamdan sonra gelip yanaklarımdan öptüğünü hatırlıyorum.

Bütün bunları hatırlayıp yazmamın nedeni şu: İşte o ağabeyimin evet oyu vereceğini öğrendim.

Olabilir bu kadarı, çok da şaşırtıcı sayılmayabilir. Ama bu kadar değil. Bunu bana ikili bir görüşmemizde söylemedi. Çok sayıda insanın katıldığı bir ortamda, ayrıca kendisine herhangi bir soru yöneltilmeden, üstelik oyunun gerekçelerini belirterek, dolayısıyla herkesi aynı oyu kullanmaya çağırarak söyledi. Demek, oyunun rengini belli etmekle kalmadı militan bir evetçi olarak davrandı.

Gerekçelerini burada yinelemenin alemi yok. Herkesçe söylenenlerden farklı değil. Ancak, şu kadarını belirtmekte yarar olabilir: 12 Eylül rejiminin ilk dönemlerinde yaşadıklarını da gerekçeleri arasında saymayı ihmal etmiyor. İlk dönemler diyorum çünkü, şimdi de aynı rejimin son dönemlerini yaşamakta olduğumuz söylenebilir sonu gelmiştir, anlamında değil, değişik dönemler arasında şimdiki zamanda yaşanmakta olan anlamında. Başka bir anlatımla, 12 Eylül deyip geçtiğimiz, ülkemizin hayatındaki önemini anlamakta kimilerimizin güçlük çektikleri ya da yetersiz kaldıkları muazzam bir saldırıdır. Bugün sürüp gidenin de o saldırının uzantıları olduğunu köklerinin orada bulunduğunu, bugünkü saldırgan aktörlerinin oralarda beslenip büyütüldüklerini anlamadan hiçbir yere varılamaz. 12 Eylül destekçiliğinden başka, eklentisini de yapmamızı gerektiriyor sayıları az olmayan bu tür örnekler. Hem de, anlamak bu kadar önemliyken, anlamamanın pek de güzel mümkün olduğunu gösteriyor.

Peki, bana ne oluyor?

Çok mu kızıp öfkelendim de yazı konusu yapıyorum? Hayır, kesinlikle öfkelenmiş değilim. Kızdığımı bile söyleyemem. Hatta, şu sıralar, herhangi bir rastlantıyla, şimdilerde yetmişbeşini devirmiş olması gereken o eski dostla karşılaşacak olsam, “Ne yapmışsın sen
ağabey?” diyerek küçük bir sitemde bulunur muyum, ondan bile emin değilim.

Ama, çok üzüldüm işte. O yüzden yazıyorum. Çaresiz bir üzüntüyle üstelik. Solumuz, 1995’deki oya dönüşmüş sonuçları bakımından değilse de öğrettikleri açısından çok önemli “sol blok” deneyinden sonra, arada daha önemsiz birkaç ortak yaşantı ihmal edilirse, akıl sağlığına kavuştuğunu gösteren ve referandumla sınırlı kalmayacağı “ümit ve temenni edilen”, öyle diyelim, çok önemli adımıyla hareketlenmişken, tek bir eski yoldaşın bile dışarıda kalması üzüntü verir kuşkusuz.

Ne çok böyle üzüntü yaşamışızdır. Hemen akla geliverenlerden biri, Nâzım’ın bundan seksen iki yıl önce yazdığı Salkımsöğüt’teki atından düşüp yuvarlanan savaşçı için duyduğu, ona yakıştırdığı üzüntüdür:

Bağırmadı,
gidenleri geri çağırmadı,
baktı yalnız dolu gözlerle
uzaklaşan atlıların parıldayan nallarına!
Ah ne yazık!
Ne yazık ki ona
dörtnal giden atlıların köpüklü boyunlarına bir daha yatmayacak,
beyaz orduların ardında kılıç oynatmayacak!

Tam şimdi, “Olmadı Bay Yazar, fazla abarttın!” itirazını seslendiren olursa, kabulümdür.

Çok eski günlerden bir yoldaş ağabeyim için duyduğum acı, beni çok etkiledi anlaşılan hoyratça üstünü çizmemeyi, hatta koruyup kollamayı anlarım da, bu kadar iltimas geçmek olmaz. Dövüşürken vurulup düşen bir savaşçı yok burada.

O kadar uzun boylu değil.

Bir önceki cümleye dönüp devam edersek, artık dövüşmediği yahut dövüşemeyeceği için vurulmadan düşen bir savaşçıdan söz edilebilir olsa olsa.