Ne olursa olsun…

Ne olursa olsun, aldırmamalı, değil. Ne olursa olsun, işimize bakmalı. Hiç aldırmadan, hiç takmadan olmaz; o zaman işimizi iyi yapamayız. Kavrayıp yerli yerine oturtacak kadar taktıktan sonra, hak ettiğinden bir saat bile fazla süre harcamadan, hemen işimize dönmeli, oraya yoğunlaşmalıyız.  

Buradaki “ne olursa olsun”a her şey dahil: ya da, biraz yumuşatalım, hemen hemen her şey.

Sözün gelişi, gerçekleşme süreci de sonucu da üç aşağı yukarı belli ve tepeden tırnağa manipülasyondan oluşan bir seçim oyunu mu sahneleniyor; sandığımızdan çok daha değerli emek zamanımıza değmez, mümkün olan en az süreyi ayırıp hemen işimizin başına dönmeliyiz.

Örneğin, ciddi hiç kimsenin önemsemediği, koltuk sahiplerine ilişkin toto oynamanın orta düzeyde bir futbol maçının olup bitişi kadar bile bilinmezlik taşımadığı bir “yeni” hükümet mi kurulmuş, önceki örnek kadar bile zaman ayırmaya yazıktır, hatta günahtır, üstelik Tanrı

affetse bile kulların bağışlamayacağı bir günahtır.

Hatta, diyelim, ülkenin egemenleri ya da onlardan bazıları, cinnet halinde yahut cinnet görünümlü bir seçilmiş çaresizlik içinde, savaş kışkırtıcılığına yöneldiler; yine de hak ettiğinden fazla zamanımızı almamalıdır. Zamanımızı alabilmesi için tek ölçüt, asıl işimizi yaparken oraya ne kadar göndermede bulunmamız, ona ilişkin sorulara nasıl ve ne kadar sürede cevap vermemiz gerekeceği olmalıdır. Örnek olsun, Kemal’in Çarşamba günkü yazısı yeterince açıklayıcı ve doyurucudur, asıl işimizin peşindeki herkes için gerekli ve yeterli ipuçlarını vermektedir. Biz de burada son cümlesini aktarıp geçelim: “Toplumu, büyük güçlerin tepişmesini dehşetle izleyen, yeri geldiğinde de NATO ve ABD bayrağı altında ‘ulusal çıkarlar’ için kanını veren bir sürüye dönüştürmek isteyenlere izin vermeyeceğiz.”

İsteyen işin magazinine dalsın, isteyen son derece derin tahliller “attırsın”… Elbette, herkesi de küçümsemeyelim, çok derin analizciler var; nereye baksanız onlardan birine ya da birkaçına rastlayabiliyorsunuz. Aydemir’in geçenlerde kısa bir yazılı sohbette yakınarak sözünü ettiği “analiz merakı” almış yürümüş durumda. Onlar da istedikleri kadar işin derinlerine, köklerine, gelmişine geçmişine kadar inebilirler.

Böyle deyince, eski bir arkadaşımızı hatırladım. “İşte yine geçmiş zaman muhabbetine başladı; az önce yazdıklarıyla çelişkiye düşse de anlatır artık!” diyenler, yanılmıyorlar. Hele, başlar başlamaz vaaz verir gibi o yasak, bu günah, tutturduk madem, yasaklarla masaklarla iyice ağırlaştırdığımız havayı biraz ferahlatmakta yarar var.

Kendi tanık olduğum bir olay değil, bizim sınıfta olmamıştı, bir arkadaşımızdan dinlemiştik. Bizim çok eski arkadaşlarımızdan biri, sonradan profesörlüğe kadar yükselmişti, pek erken yaşta kaybettik. Sınıfta bir ödev sunumu yapıyormuş. Konu, galiba, Büyük Britanya, bu ülkenin siyasal yapısı. Hoca da bizim en sevdiklerimizden: Rona Aybay. Bizim arkadaş söze adaların oluştuğu jeolojik dönemlerden günümüze doğru geleceğini söyleyerek başlamış. Rona Hoca, ne yapsın, “Hımm, ilginç, zamanını iyi kullanarak devam et bakalım!” falan gibi bir şeyler mırıldanmış. Sunumun sonunda ise değerlendirmesini şöyle yapmış: “Eh, ne diyelim, dağ fare doğurdu!”

Öyledir, tarihin ve analizin derinliklerinden gelmeye yeltenmek genellikle tehlikelidir; dağın fare doğurması kadar derinlerde boğulup hiç yüzeye çıkamamak da olasılıklar arasındadır.

Bunları yöntembilimsel notlar düşmek için değil, davranış kurallarına ilişkin birtakım öğütlerle başlamış görünen yazının havasını biraz hafifletmek için yazdığımı az önce belirtmiştim. Öyleyse, başa ve asıl konuya dönelim.

Ne olursa olsun hemen her şeyle uğraşma konusunda, ancak onu nasıl ve ne kadar kolaylaştırdığına, onun açısından ne ölçüde gündemde tutulması gerektiğine bakarak karar vermek durumunda olduğumuz asıl işimiz örgütlenmektir. Yukarıda, siyasetle yakın ilgisi olan güncel konulardan örnekler vererek, bunlara vakit ayırırken yeterince cimri davranmak gerekir dedikten sonra, biraz abartarak, başka bir deyişle, çubuğu iyice bükerek, şöyle devam edebiliriz: Tek bir insanı örgütlemek için bile vakit ayırmakta yeterince cömert davranmak gerekir. Bunu biraz daha işlevsel biçimde de dile getirebiliriz: Tek bir insanı örgütlemek bile küçümsenmeyecek kadar önemli bir çaba ve süre harcamakla olur.

Bu noktada ele geçirdiğimiz ipin iki ucundan tutarak ilerleyebiliriz.

Birincisi, insanları kazanma işini hangi örgüte yapacağımız konusudur. Her örgütün farklı özellikler taşıyabileceğini ve bu özelliklerin örgütlenme çabalarını farklılaştıracağını akılda bulundurmakla birlikte, burada önemli olan iki kategori örgütün varlığından söz edilebilir: biri parti, öbürü diğer örgütler. Altmışlı yılların ortalarında, “ana örgüt” derdik; o parti idi. Bir de “ana örgüt paralelindeki örgütler” vardı. Aslolan ilki idi ve ikinci kategoride yer alanlar ilkine bağımlı olarak düşünülmekle birlikte, bu bağımlılığın ne anlama geldiği ve nasıl hayata geçirilmesi gerektiği konusunda, zaman zaman az çok uzlaşılabilen, pek çok tartışma yapılırdı. Burada kalın çizgileriyle özetlediğim bu yaklaşımın esas olarak geçerliliğini koruduğunu sanıyorum. Bu arada, daha da eskiden kalan bir başka deyişi de hatırlayabiliriz. Söz konusu olan örgüt parti olduğunda, yapılan işe “partileme” denirmiş. Parti ile öteki örgütlerin farkını daha ilk adımda belirginleştiren bir kullanım, denebilir. Ama, Türkçe açısından pek güzel görünmediği belirtildikten sonra, bir de, iki tip örgütü birbirinden ayırt etme gereği akılda tutulmakla birlikte, bu ayırt edişi daha ilk adımda, işin adlandırılmasında yapmanın şart olmadığı düşünülebilir.

İkincisi, tek bir insanı bile örgütlemek için gerekli vakti cömertçe harcamaya değer; çünkü, örgütlenme, bazı özel koşulların bir araya geldiği durumlar dışında, tek tek insanları örgüte kazanmakla başlar. Kuşkusuz, burada bitmez ya da bununla sınırlı değildir; ama bu olmadan olmaz. İşyerinde, mahallede, okulda, bunlara benzer uzun süreli ilişkilerin kurulabildiği ortamlarda insanları örgüte kazanmak… Hatta, çok daha ani ve kısa süreli ilişkilerin oluşabildiği ortamlarda; sinema/tiyatro salonlarında, tribünlerde, insan topluluklarının geçici olarak bir araya geldikleri benzer yerlerde…

Şimdi, bu ikinci ipucundan hareket ederek birtakım ayrıntılara girebiliriz. Ama, bunu burada yapmak, hem çok uzayacağı için hem de karşılıklı tartışmanın yaratabileceği verimliliğe ulaşmak mümkün olmayacağı için pek uygun görünmüyor. Bunun yerine, o tür tartışmalarda gündeme getirilip irdelenebilecek bazı sorularla yetinmek daha doğru olabilir.

Örgüte insan kazanmayı kolaylaştıran ve güçleştiren koşullardan söz edilebilir mi? Yoksa, “Bir komünistin bulunduğu her yer örgütlenmek için uygundur.” benzeri sözlerin, ajitatif değerinin ötesinde bir geçerliliği var mıdır?

Birkaç paragraf önce şöyle bir değinilip geçilen, tek tek insanları örgütlemenin dışında, tek tek değil topluluklar halinde insanları örgütleme imkânlarını ortaya çıkarabilecek özel koşullar ve onların bir araya gelişiyle oluşabilecek durumlar neler olabilir?

Kazanılmak üzere ilişki kurulan insanlarda, o ilişkiyi kuranların ve çağırdıkları örgütün, bu çürümüş toplumun ya da toplum düzeninin kirinden pisinden kendilerini koruyabilmiş oldukları izlenimini yaratmaya çalışmaları mı gerekir, yoksa onların ve örgütlerinin de başka kişiler ve yapılara oranla çok daha “temiz” olmakla birlikte, yine de bu dünyanın içinde yer aldıkları için hiç kirlenmeden kalmalarının imkânsızlığını kabullenmeleri mi?  Buna ek olarak, ilkini, hiç kirlenmemiş bir ada izlenimini yaratmak mümkün müdür, ya da  mümkün olduğu kadarıyla çekici ve kapsayıcı bir etkiye mi, itici ve dışlayıcı bir etkiye mi yol açar?

Bir örgütü, bir yanda, yol geçen hanına çevirmek ile, öte yanda,  kabul edilebilir bir hızla büyütmek ve genişletmek, çaresiz bir ikilem mi oluşturur; yoksa bu ikilemi parçalayarak büyümek, örgütlenmenin en önemli birkaç başarı göstergesinden biri, hatta birincisi midir?

Son sorudan devam edersek, kolayca girilip çıkılan bir örgütü anlatmak için kullandığımız “yol geçen hanı” deyiminin hatırlattığı olumsuzluğu önlemek sadece birtakım düzenleyici ve düzeltici mekanizmalarla mümkün olabilir mi? Yine bu bağlamda, yıllarca örgüt militanı olarak emek vermiş insanların, ya birer “aparatçik” olarak örgütün içinde kalmak ya da mücadeleden uzaklaşarak yitip gitmek türünden bir “kırk katır/kırk satır” tercihine zorlanmaları yahut bu iki yoldan birine, örgütsel hayatlarının doğal akışı içinde, bilinçli bir tercihleri olmadan yönelmeleri, çok seyrek rastlanan bir durum mudur?  Bu durumun seyrek olarak ortaya çıkması, onu göz yumulabilir kılar mı?

Bizim kuşaklardakiler hatırlayacaklardır: “Münazara” adı verilen karşılaşmalarda, genellikle karşıtlıklar biçiminde formüle edilmiş konu başlıkları, iki yarışmacı ekibe verilerek, bir jüri ve dinleyiciler önünde tartıştırılırdı. Yukarıdaki soruların bazıları ve onlardan türetilebilecek benzerleri, işin yarışma tarafı bir kenara bırakılarak, o tür karşılaşmalarda tartışılabilir mi acaba? Fantezi bu ya, böyle bir soru geldi şimdi aklıma.