Ne Öldürür Ne Ondurur...

Böyle hastalıklar vardır. Hastalık demekle cahili değil zır cahili olduğumuz bir alana girmek densizliğiyle suçlanmamak için şu kadarını hemen ekleyelim: Hekimlikten esinlenmekle birlikte, oradan çıkıp oradaki anlamını koruyarak çok daha büyük bir yaygınlık kazanmış hastalık sözcüğüdür kullandığımız. İlm-i tababet'in dışında olduğunu belirttiğimiz alan ise ilm-i siyaset, daha doğrusu, sadece siyasettir. Böyle demekten kendimizi alamıyoruz çünkü, pek moda olmuş deyişle siyaset bilimi, buradaki bilim sözcüğünün uzun boylu tartışmalara girmeden kabul edilebilir anlamında bir bilim olmaktan uzaktır.

Son cümlenin sonuna bir "henüz" ekleyelim de, başka yerler bir yana, ülkemizde sayıları çok fazlalaşmış o ilim erbabının şimşeklerinden kendimizi bir nebze olsun koruma şansını sürdürebilelim.

Lakin, ne çare, "henüz" diyerek cümleyi uzattıktan sonra, öyle bir aşamaya ulaşmasının pek mümkün görünmediğini söylemeden durabilir miyiz? Duramıyorsak, bülbülün çektiği dili belası, demişler gelecek saldırılara katlanacağız.

Sadede gelirsek, solun ne öldürür ne ondurur hastalığıdır söz etmek istediğimiz ve birbirinden türemiş demokrasi, demokratikleşme, demokrat sözcükleriyle anlatılır.

Aslında, enikonu öldürdüğü bilinmekle birlikte, biraz iltimas geçerek söylediğimiz "öldürmez" ile anlatılmak istenen şudur: Sol, demokrasi ve demokratikleşme peşine düşmekle, her zaman, her zaman olmasa bile genellikle uğraşacak, daha doğrusu, eğleşecek bir "şeyler" bulmuş olur. Bu cümleyi öznesini ortadan kaldırarak, böylece özne konumundaki solun günahını azaltarak yeniden yazarsak, her zaman demokratikleştirilecek bir şey vardır bulunur. Bu demektir ki, bulanların eli boş kalmaz şöyle ya da böyle anlam yüklenebilecek, gündem oluşturacak bir uğraş, bir sorun yaratılır.

Hatta, demokratikleştirilecek, demokrasiye uygun hale getirilecek, demokrasinin ruhu içerilecek "şeyler" bulunması yönündeki sonsuz çabalar zaman zaman düzenin canını da sıkabilir ve o çabaların peşini hiç bırakmayanlara dozunda bir sertlik gösterilmesini sağlayarak yeteri kadar düzen dışılık, bu anlamda devrimcilik sosu katar. Bu önemlidir çünkü, demokrasi, demokratikleşme, demokrat olma mücadelesinde bir tutam devrimcilik olmazsa olmaz bu kadarcık olsun bir devrimcilik kokusu bulaştırılmamışsa ona mücadele demek kimseyi kandırmaz.

Neden ondurmadığını ise en kısa, ama kısalığıyla bağdaşmayacak kadar açıklayıcı biçimde anlatmak üzere şöyle iki cümle kurmak yerindedir: Her zaman ve her durumda demokratikleştirilecek bir "şeyler" bulmak, demokrasiyi cengaver müminlere yaraşır bir aşkla yüceltmek, bireysel düzeyde ise demokrat olmayı en yüce erdem bilmek, solun geçmişten gelen ve bugün de sürüp giden onmaz derdidir. Solun, sosyalizmin tarihi kimileyin trajik kimileyin komik nitelemesine uygun düşen, ama her zaman hastalık göstergesi olan bu durumun türlü görünümleriyle doludur.

Şimdi, bir yandan, güzel bir deyimi kullanmak uğruna öldürmez derken iltimas geçtiğimiz ve ondurmazlığını eklemekle bu haksızlığı ortadan kaldıramadığımız bir dertten, öte yandan da demokrat olmanın erdeminden söz ettiğimiz için şu satırları buraya aktarmadan geçmek mümkün görünmüyor:

"(...) toplantılarımızın birinin sonlarında, devrim yoluna yeni girdiğini sandığım bir arkadaşımız, benim konuşmalarımdan hoşlanmamış olmalı, söz alıp, 'Biz Yalçın Küçük'ü demokrat biliyorduk, Nasreddin Hoca çıktı' deyiverdi kavlince, beni hem övüyor ve hem de yeriyordu. Aklınca, 'demokrat' diyerek övüyor ve 'Nasreddin' diyerek yeriyor ya da hakaret ediyordu. Aslında, pek çok devrimcimiz örneği, sözlerini pek iyi bilmiyordu ve bana hakaret ettiğini sandığı zaman beni övüyor ve beni övmek isterken de bana hakaret ediyordu.

"(...) 'ben de senin' hem son derece kibar ve hem de son derece galiz bir imkândır birisi 'ananın...' diye başlarsa ve eğer kibarlığı elden bırakmak istemezseniz, 'ben de senin' diyebiliyorsunuz ve ben bunu dilimizin mucizelerinden birisi sayıyordum. Bu mucizeden yararlanarak, şimdi duyuyorum, eğer birisi bana 'demokratsın' derse, ben de 'ben de senin...' diyeceğimi açıklıyorum." (Y. Küçük, Tarihçe, Akış Yayıncılık, İstanbul, Ocak 1997, s. 125-27.)

Pek hoş, pek de doğru ve geçerli bulduğum bu satırların yazıldığı zaman 1996 yılının son günleri olduğuna göre, doğrunun, direncin, devrimin, doğanın, denizin ve benzerlerinin d'sini çok sevmekle birlikte demokrasinin d'sini işitir işitmez tüyleri diken diken olduğu çok daha eski tarihlerde kayıtlara geçmiş biri olarak böyle uzunca bir alıntı yapmamın yadırgatıcı görülebileceğini hiç düşünmüyorum. Ne zamandır bu satırları kaynak göstererek hatırlatabilmek için bir yandan yayımlandığı yeri arıyor bir yandan da uygun fırsat kolluyordum. İkisi bir arada gerçekleşmiş oldu.

Neyin övgü neyin sövgü olduğunu tümüyle unutmuş görünen sol için küfür sayılacaklar listesine eklenmelidir. Bana sorulursa, en başına... Ancak, hâlâ orada bulunduğu sanılan büyükçe bir kümenin sol ile bir ilgisi kalmadığından, boşuna çaba harcamaktan sakınmanın yolu, sola yeni başlayanlara yönelmekten geçiyor.