Ne Görüşmeydi Ama

Canlı yayın yaptılar mı, farkında değilim. Yapmış olsalar da izleme fırsatım olmayacaktı. O akşamki haber bültenlerinde bile değil, ta ertesi günkü sabah haberlerinde görebildim. Özel bir karşıtlığım ya da takıntım olduğundan değil, öyle denk geldiği için.

Zaten, olsa bile öyle takıntıları falan bir kenara bırakıp bu tür güncellikleri izlemek gerekir. Her gün olmasa da her hafta yazmaya çalışıyoruz hafta boyunca olup bitenlerden büsbütün habersiz kalmak olmaz.

İktidardaki parti ile ana muhalefet konumundaki partinin başkanlarının yüz yüze gelip görüşmeleri, günler önceden gündeme sokuşturulmuştu. Beklendiği gibi, daha doğrusu her aklı başında insanın böyle sokuşturulmuş gündemlerden beklemesi gerektiği gibi, incir çekirdeğini doldurmadan geçip gitti.

Bununla birlikte, o ayağa kalktıklarında tokalaşmak üzere birbirlerine ellerini uzatmadan önce herhalde yedi sekiz saniye, artık iliklerin dar açılmış olmasından mıdır, bilinmez, belki daha da çok süren ceketlerinin düğmelerini ilikleme çabası pek çok insana, özellikle de gençlere tuhaf gelmiştir yapay ve zorlama bulunmuştur muhtemelen. Gerçi, iktidarda olanın, haydi hiç demeyelim, kayda değer bir bürokrasi yaşantısı yoktur, ama muhalefette olan için öyle değildir hatta kendisi bürokrasinin oturup kalkma kuralları dahil her anlamda ciddiyeti ile tanınmış bir kolundan gelmektedir.

Dolayısıyla, elini uzatmadan önce ceketinin düğmesini ilikleme çabası bakımından Erdoğan’ın içtenliği konusunda az çok bir kuşku duyduysam da Kılıçdaroğlu için hiçbir kuşkum olmadı. Bununla birlikte, bazı gazetecilerin yaklaşık 25 dolayında saydıkları “sayın başbakan” hitabının meydan mitinglerinde toplanan insanların onaylayıp benimsedikleri anlaşılan Recep seslenişi ile hiç uyumlu olmadığını belirtmeden geçmek mümkün görünmüyor. Oralarda toplaşan halkımızın o seslenişe kendi yaşantılarından yola çıkarak sempati duyması gayet anlaşılır bir durumdur çünkü, “atma Recep” seslenişini çok duymuşlar, kendileri de hiç değilse üç beş kez kullanmışlardır. Elbette, yüz yüze görüşürken Recep demeyecekti de, örneğin genel müdür ya da müsteşar hakkında her gün sağda solda atıp tutarken birden onu karşısında gördüğünde önünü ilikleyip hiçbir saygı sözünde kusur etmeyen bürokrat tavrını hiç mi hatırlatmamıştır acaba bu olup biten? Doğruya doğru, bende bu tür çağrışımlara yol açtığını söylemek zorundayım.

O arada, bu ceket düğmesi ilikleme ve bu eylemi tamamlamadan asla selamlaşma, tokalaşma işine girişmeme ritüelinin, bürokrasinin muhatabına saygı ve nezaket gösterme kurallarından biri olarak yerleşmesine ilişkin bir araştırma yapıp yazan olsa da okuyup öğrensek diye düşünmedim değil. Ama hemencecik bunun herhangi bir dayanağı bulunmayan bir ham hayal olduğunu fark edip vazgeçtim çünkü, ölümlülerde varlığına inanılması kolay olmayan bir sabır gerektirdiği besbelliydi. Yalçın Küçük üstadımız türünden insanlarsa çok azaldılar örnek olsun, bir zamanlar onun şu kalpaklar konusunda bizi yararlandırdığı bilgilendirmesinin benzerini yapacak sabır taşı araştırmacıyı nerden bulacaksınız?

Bu sorularla birlikte, kendi yaşantılarımdan hatırladığım, “muhatabını önden buyur etmeden hiçbir kapıdan dışarı çıkmamak ve içeri girmemek” kuralı aklıma geldi. Pek uzun sürmemiş bürokrasi günlerimde, bu kuralın eksiksiz uygulanışının kapılardan içeri girmeyi ve dışarı çıkmayı hemen hemen imkânsızlaştırdığı durumlarla çok karşılaşmışımdır. Söylediklerim abartılı görünebilir ama kesinlikle abartmıyorum. Kapıya doğru aşağı yukarı aynı anda hamle etmiş, yaşı başı ve rütbesi kıdemi bakımından eş düzeyde iki kişiden ikisinin de bu kurala harfiyen uyduğunu düşünün:

- “Buyrunuz efendim.”

- “İstirham ederim, siz buyrun.”

- “Estağfurullah. Siz, lütfen.”

Kesinlikle sonu gelmez ve kapının önünde git gide büyüyen bir yığılma olurdu. Benim gençliğimde bu aşılmaz kapılarla karşılaşmamak için geliştirdiğim bir önlem vardı. Toplantılarda olabildiğince kapıya yakın oturmaya çalışır ve bitime yakın önümdeki yazılı yazısız kâğıtları kimseye rahatsızlık vermeden toparlayıp kalkmaya hazır duruma gelir, toplantının bitişi duyurulur duyurulmaz da ok gibi fırlayarak herkesten önce kapıya ulaşırdım. Bu önlemi almayı beceremediğim toplantılarda ise kaderime razı olmakla birlikte kendime kapı önünde eziyet ettirmez oturduğum yerden kıpırdamadan, hiçbir izahattan tatmin olmamış bir ciddiyet içinde toplantı notlarını ve sair vesaiki tetkik etmeye bir müddet daha devam ederdim. Kapı, girilip çıkılabilir olma işlevini yeniden edininceye kadar…

Böyle yazmama bakılarak, o eski bürokratlarla dalga geçtiğim, yaptıklarında gülünç bir ikiyüzlülük bulduğum sanılabilir. Hayır, tümü için öyle denemez. Az çok yakından tanıma fırsatı bulduğum kimileri için bunlar vazgeçilmez, son derece doğal, başka türlüsü düşünülemeyecek davranış kalıpları idi başka bir anlatımla, benim gibi gençler için en hafif nitelendirme ile “gülünç” olan bu ritüeller onlar tarafından apaçık görülen bir doğallıkla içselleştirilmiş durumdaydı ve inceliğin, efendiliğin en basit, ama en ihmal edilmez dışavurumları olarak kabul edilirdi.

Oysa, uzun zamandır olduğu gibi, bu beklenen görüşme sahnesinde de kendini hemen eleveren bir ikiyüzlülük fark ediliyordu. Üstadın “Apo’ya sayın dedin” suçlamasına karşı kendini savunurken verdiği, birbirine en ağır hakaret sözleri yöneltirken adlarının başına “sayın” sözcüğünü getirmeyi hiç ihmal etmeyen politikacılar örneğini bile hatırladım, diyebilirim. Bu arada, üstat bizi mi andı nedir iki oldu, sözü döndürüp dolaştırıp ona getiriyoruz! (*)

Özetle, ciddiye alınabilecek, en azından açıklanmış, bir gündem yoktu. Yine de, seçim barajının indirilmesi önerisine değinilebilir belki. Cehepe tarafı, bu yöndeki önerilerinin akepe tarafınca kabul görmediğini açıkladı. Bu açıklamayı da eleştirel bir edayla yaptı. Doğrusu, insan ne diyeceğini şaşırıyor. Hangi tarafın daha ikiyüzlü olduğuna karar vermek kolay olmuyor, demek istiyorum. Akepe tarafı, bu memleket koalisyonlardan çok çekti diyerek barajın indirilmesine yanaşmıyor. Tutarlı olduklarını söylemek zorundayız 12 Eylül paşaları da aynı gerekçeyle yüzde 10’dan düşük oy alan partilerin parlamento dışında bırakılmalarının vatana, millete hayırlı olduğunu emir buyurmuşlardı. Akepe hemen her konuda olduğu gibi burada da 12 Eylül’cü olduğunu gösteriyor. Öbür taraf ise, üç beş gün kadar önce verdikleri bir yasa önerisinde, barajın yüzde 7’ye indirilmesini lütfediyorlar. Lütufları o kadarla da sınırlı kalmıyor üstelik. Parlamentoda temsil şansı bulamayan seçmenlerin oranı yüzde 30’a kadar çıkabilir, onları demokrasi gazisi sayarız, ama yüzde 30’u aşarsa, bakın ona tahammülümüz yok, o zaman, barajı yüzde 7’inin de altına çekip dışarıda kalanlardan en yüksek oyu, 6.5 mi, 6 mı her neyse, almış partiyi de meclise dahil etme özverisini gösterebiliriz, demeye getiriyorlar. Ne yüce gönüllü insanlar şu cehepe ileri gelenleri!

Biz de böylece memleketin bu en eski iki partisinden birinin liderliğinin, 10 yaş kadar gençleşmek, tombulluktan ve ıııı’lı eeee’li kekemelikten kurtulup şöyle halkımızın benimseyeceği tipte bir de bıyığa kavuşmak dışında milim kıpırdamadan durduğu yerde durmakta olduğunun yeni bir işaretini görüp rahatlamış oluyoruz.

Atlamış olmayalım, bir de şu haber çıktı aşağı yukarı aynı günlerde: Cehepe aktivistleri 12 Eylül’e kadar rakı sofralarından uzak duracaklar ve Ramazan ayı boyunca teravih namazlarında, iftar çadırlarında bu iktidarın getirdiği anayasa değişikliklerinin fenalıklarını anlatmayı eksik etmeyeceklermiş.

Ne güzel!

Gerçi bu da yeni sayılmaz Baykal kara çarşaflara altıok rozeti takarak başlatmıştı. Aynı yolda devam edecekler demektir.

Eh, madem öyle, hadi size hayırlı Ramazanlar!

_____________________

(*) Ey okur, ister inan, ister inanma! Hissikablelvuku olmalı: Hoca’nın belinden sakatlandığını öğrendiğimde, yazı çoktan tamamlanmıştı bu notu koymak dışında hiçbir değişiklik yapmadım. Ne denebilir, büyük geçmiş olsun!