Ne çok farklı ne de şaşırtıcı

Kapitalist sınıfın eğilimlerinde, egemen olduğu emperyalist dünyanın gücünde, o dünyanın içinde ve kıyısında yer alan kendi ülkemizde zaman zaman birtakım yeni sayılabilecek, eskisinden az çok farklı, pek alışılmadık  gelişmelerin ortaya çıkması doğaldır. Sadece bu asalak sınıfın ve onun adına yazılı toplumsal-iktisadi düzenin beklentilerden daha uzun bir ömür sürmüş olması bile bu durumu doğal karşılamayı haklı gösterebilir. Öyle ya, hiçbir değişim, hiçbir eğilip bükülme, bu anlamda belli bir esneklik göstermeden, kaskatı devam edip gitseydi,daha kısa sürede kırılıp dökülerek ömrünü tamamlar ve “tarihin çöplüğü” sözleriyle soyutlamaktan hoşlandığımız yere atılmış olurdu herhalde…

Ancak, ortaya çıktığı ileri sürülebilecek birtakım işaretleri, bu tür bir farklılığın ya da esnekliğin göstergeleri olarak düşünmek için acele etmemekte yarar var. Şu basit nedenle ki, hemen her türlü verinin, anlamlı bir gösterge durumuna yükselebilmesi için, yinelenme sıklığına ya da var olma süresinin uzunluğuna bakmak gerekir.

*     *     *

Sözgelimi, seçilmiş olmakla birlikte, sözüm ona yarıştığı öteki adaydan bir milyon daha az oy almasına rağmen nasıl seçilmiş oluyor, o da demokrasi denilen “hikmetinden sual olunmaz”ın bir başka, deyiş uygunsa, Amerikanvari bir cilvesi işte, hâlâ yemin edip işine başlayamamış yeni başkanın, başka hiçbir bakımdan değil mal mülk açısından çok donanımlı olması, farklı bir eğilime işaret ediyor olabilir mi acaba? Koltuğuna oturmasına bir hafta kalmış bu yeni başkan, belleğim beni yanıltmıyorsa, ABD’nin en zenginleri listesinde ilk 100’ün dışında kalsa bile, ilk 200’ün içine rahat rahat giriyor. Buradan şöyle bir anlam çıkarılabilir mi, demek, ülkenin sermaye sınıfı en önde gelen mensuplarından birini doğrudan doğruya devlet yönetiminin en tepesine gönderiyor, başka bir anlatımla, bizzat kolları sıvıyor, denebilir mi?

Oysa, genel eğilim, yönetsel/siyasal kadrolar ile sınıfın kendisi arasında böylesine bir üst üste çakışmanın, örtüşmenin olmayışıdır. Sınıfı oluşturanlar ile sınıfın adına yöneten, konuşan, yazıp çizen, ideolojik ve siyasal platformlarda dövüşenler farklıdır. Marx’ın 1848’de küçük burjuvazinin temsilcisi durumundaki Fransız demokratları için yazarken çözümlediği gibi, siyaset sahnesindeki o temsilciler, sorunlara bencil sınıf çıkarları açısından bakmazlar, daha doğrusu, öyle bir konumda görünmezler. Sınıf çıkarlarını savunurken söylediklerini, toplumun bütününün gelişmesi ve kurtuluşu için formüle ettiklerini ileri sürerler. Onları sınıfın temsilcisi yapan, o sınıftan geliyor olmaları değildir; hatta, eğitimleri, birikimleri, bireysel konumları bakımından sınıfın kendisinden bu dünyanın cennetten uzak olduğu kadar uzaktırlar. O kadroları sınıfın temsilcisi yapansa, zihinlerinde kuramsal olarak geliştirebildikleri çözümleme, öngörü ve önlemlerin, sınıfı oluşturanların maddi çıkarları ve toplumsal konumlarının etkisiyle  pratikte  ulaştıkları sınırların ötesine geçmeyişidir. Sınıfın siyasal ve ideolojik temsilcileri ile temsil ettikleri sınıfın kendisi arasında, genel olarak, böyle bir ilişki bulunduğu söylenebilir.

Aslında, anlı sanlı sermayedarlar ülke yönetimini doğrudan kendi ellerine alıp iktidar koltuklarına otursalardı, böyle bir alışkanlık yerleşmiş olsaydı, pek de fena olmazdı doğrusu! Latin Amerikalı isyancı köylülerin Che’yi anlattıkları şarkılarında onun için yaptıkları benzetmeyle söylersek, “bir yumurtanın akı gibi” saydam ve anlaşılır olurdu pek çok şey…

Bununla birlikte, Trump’ın çıkışıyla son örneğini gördüğümüz durum, büsbütün  de ayrıksı sayılmaz. Sık olmasa da zaman zaman ortaya çıkabiliyor. Ancak, en başta vurguladığımız gibi,bunlara bakarak yeni bir eğilimden söz etmek için hâlâ çok erkendir. Benzer verilerin tekrarına ve az çok süreklilik  kazanmasına bakmak gerekir.

Bizim ülkemizde, cumhuriyetin iktisat tarihi anlatılırken bir tür klişe haline getirilmiş “devlet eliyle zengin yaratma politikası”nın etkisiyle olabilir belki, kapitalist sınıfın mensuplarının doğrudan devlet yönetimine girmekten uzak durdukları görülmüştür. Cumhuriyet rejiminin efsaneleş(tiril)miş kapitalisti Vehbi Koç’un kurucu devlet partisine üye olmanın bile uzun süre uzağında durduğu bilinir. Peki, küçük torunun TÜSİAD başkanlığı için yapılan ısrarlı telkin ve davetlere ayak diremesini, bunu yaparken de hayalindeki hedefin Fenerbahçe başkanlığı olduğunu gerekçe göstermesini neye bağlamalı? Ata öğüdüne sadakate mi, aşırı sağlamcılığa mı? Yoksa şu “Fenerbahçe Cumhuriyeti” efsanesine iman etmişliğine mi?

Bizde tanınmış  zenginlerin devlet yönetiminde resmen yer alması pek az görülen bir durum olmakla birlikte, bunun tersi neredeyse bir kuraldır: İktidar koltuklarına oturanlar, koltukların karar alma mekanizmaları içindeki yeri, oturma süresinin uzunluğu, oturanın becerisi ve benzeri etmenlere göre değişen ölçülerde zenginleşirler. O kadar ki, aslında bir atasözü olarak bildiğimiz “Bal tutan parmağını yalar.” deyişi, modern zamanlarda, devlet yönetiminde etkili ve akçalı yerlerde bulunanların tutum ve davranışlarını, üstelik kınama değil övme ya da doğal karşılama amacıyla söylenir olmuştur.

Geçenlerde kulağıma çalındı, muhaliflerden biri, anayasaya getirilmek istenen değişikliklerden sonra, cumhurbaşkanının hısım akrabasını devletin en üst kadrolarına doldurmasını önleyebilecek herhangi bir engel kalmayacağını söylüyordu. Sanki bugüne kadar ve şimdi varmış gibi… “Nepotizm” denilen şeyin az önce sözünü ettiğimiz atasözünün çağrıştırdığı akçalı işlerle sınırlı olmayan bir gerçekleşmesi sayılabilecek bu durumun kapitalizm koşullarında ortadan kaldırılması mümkün görünmüyor. Örnek olsun, baştan beri göndermede bulunduğumuz ABD’nin çok zengin başkanı, damadını, dış işleri mi savunma mıydı tam hatırlamıyorum, önemli bir danışmanlık görevine atadı. Oysa, o ülkede adıyla sanıyla nepotizme karşı bir yasa yürürlükte. Üstelik, damat bey, bu görevi kabul etmesinin anılan yasaya uygunluğunu  avukatlarına incelettikten sonra evet yanıtı verdiğini açıklamış, iyi mi!

*     *     *

Bir açıdan bakılırsa, düzelterek tekrarlayalım, birçok bakımdan, emperyalizmin ve tek tek emperyalist ülkelerin, bilinen, ama genellikle çok fazla abartılan gücünde birtakım eksilmelerin ortaya çıktığına, hatta bu gücün basbayağı sarsılarak bazı tereddütlerin, kararsızlıkların, şaşkınlıkların neredeyse egemen olduğuna ilişkin işaretler de görülebiliyor. Obama Amerika’sının başta Orta Doğu olmak üzere birçok yerdeki ürkeklikleri, hemen ardından gelen ve bütün boyutlarıyla görebilmekten henüz çok uzak olduğumuz Trump dengesizliği, Almanya ve AB Avrupa’sının çok büyük sorumluluk sahibi olduğu şu çağdaş “kavimler göçü” karşısındaki korku ve çaresizliği, Avrupa Birliği’nin gelişmişleri ile az gelişmişlerinin kendi içlerindeki ve birbirleri arasındaki çözümleri aşırı ölçüde belirsizleşen sorunları, bunların pek çoğunun temelinde yer aldığı git gide daha açıkça anlaşılmaya başlayan kapitalist üretim ilişkilerinin üretici güçlerin gelişimi üzerindeki engelleyici ve saptırıcı etkileri…

Bunları görüp izledikçe, izleyip kavramaya çalıştıkça, Başkan Mao’nun ünlü sözünü gerçeklikle bağı pek zayıf bir ajitasyon cümlesi olarak anlamak imkânsızlaşıyor olmalı. Evet, doğrudur, basitçe imanımızı sağlam tutmak ve gönül gücümüzü yükseltmek için değil, bir yığın nesnel ve öznel veriyi de hesaba katarak söyleyebiliriz ki, “emperyalizm kâğıttan kaplandır”.

*     *     *

Bizdeki iktidar sahiplerinin dilinden düşmeyen komik “üst akıl” fobisini ise, daha çok, emperyalist dünyanın gücünü abartmayla, bununla birlikte ve şimdilik, yalnızlaşma ve köşeye sıkıştırılmanın ürünü bir panikle açıklamak yerinde olur. Belki, bir de, çok kısa zaman aralıklarında gösterilen ve süreceği anlaşılan savrulmalara gerekçe bulma gayretkeşliğiyle…

Gerçi, kendi sınıf atalarının geçmişte karşı karşıya kaldıkları panik hallerinde sergiledikleri savrulmalar, haydi biraz daha ciddiye alarak adlandıralım, alternatif arama görüntüleri hatırlandığında, bunların herhangi bir yenilik taşımadığı da ortadadır. Hatta öncekilerde gördüğümüz,  emperyalist dünyaya düşman kampta bulunan bir ülkeyle ilişki arayışları idi; Menderes, 27 Mayıs yaklaşırken, Demirel ise 12 Mart’tan önceki yıllarda Sovyetler Birliği ile “yeni ilişki arayışları”na girmişti; girmişti yerine öyle bir izlenim yaratmıştı, demek daha doğru olur herhalde.

Şimdiki iktidar sahiplerine gelince, bunların, uçağını düşürmelerinin, ayrıca “emri de ben verdim, n’olucak” yollu efelenmelerinin üstünden bir yıl bile geçmeden sulh olup yere göğe sığdıramadıkları Rusya, emperyalist dünyanın merkezi ile ciddi sorunları bulunan, ama onun içinde yer tutmak için çabalayan bir devlet konumunda. Dolayısıyla, İncirlik Üssü’nü tartışma konusu yapar görünmeler, NATO ile ilgili ileri geri konuşmalar ve benzerleri, bunların pek ısrarlı ve kararlı görünenleri bile, en kabadayısı, usta bir satranç oyuncusuna özenmenin sonucu olarak sergileniyor olabilir. Ama buradaki, satranç ustalığı nerede kalmış, dama oynamasını bile öğrenememiş birinin özentisine benziyor. Üstelik, eteğinden çekiştirip duran bir yığın kılıksız sakallı da homur homur söylenirken: “Sakın, sakın, günahtır haa!”