Ne anlamı var bu canına yandığım hayatın?

                                                  Gerçek bir Cumhuriyet mühendisine,
                                                  Adnan  Aydın ağabeyimin  anısına…

                                                                                                               ***

                         “- Paydos…” -diyecek bize bir gün tabiat anamız,-
                                     gülmek, ağlamak bitti çocuğum…”
                              Ve tekrar uçsuz bucaksız başlayacak:
             
                    görmeyen, konuşmayan, düşünmeyen hayat…
                                                                                           Nâzım Hikmet  

 

Soruyu böyle sorunca, yanıtın olumsuz olacağı da besbellidir.

Yoksulluk, yoksunluk, baskı, zulüm, yalan, ikiyüzlülük, çirkinlik, iğrençlik… Bunların değişik bileşimleriyle, tümünün ve sık sık da çok daha fazlasının bir araya gelişleriyle dolu bir hayat işte… Böyle bir hayat, bu tür hayatlar, nasıl bir anlam arayışına değebilir?

Yine de, değmez, demekte acele etmemeli.

Burada iki anahtar sözcük olan anlam ile hayat’ın ardına düşüp düşüncenin ve onun aynası olan dilin inceliklerine dalmak niyetinde değilim. Hayır, yararsız olacağından değil, becerebildiğim kadarıyla bile çok yararlı olabilirdi; ondan değil, pek çoğumuzun ne zamandır olduğu gibi, hüzün ve öfke dolu olduğum için.

Hayata bir anlam yüklemeye değmez, kendiliğinden bir anlamı da yoktur zaten demekte neden acele etmemek gerektiğini irdelerken, öyle diyenlere bir göz atmakta yarar olabilir.

Bir kez, bu sorunun insanları uğraştırması, çağlar arasında çok belirgin farklılıklar götermiştir. Sözgelimi, eski çağlarda yaşamış bir dindar için “hayatın anlamı” sorusu, “Tanrı’ya inanıyor musun?” sorusu kadar tuhaf bir sorudur. Yüce yaradan o anlamı da oluşturmuştur çünkü; onun öğretilerine kulak veren insan için böyle bir sorunun yanıtları bellidir. Başka bir anlatımla, o eski çağların insanlarını bu soru, çağımız insanlarına oranla çok daha az uğraştırmıştır herhalde. O koşullardaki insanlar için hayatın anlamı, az çok atalarının yaptıklarına ve çok eski geleneklerin onlardan beklediklerine bağlıydı. Üstelik, din ve mitoloji de neyin önemli olduğunu onlara öğretmek üzere oradaydı. Genel olarak bir insanın hayatının anlamı, onun daha büyük bir bütün içindeki işlevinden oluşurdu.

Aslında, yirminci yüzyılın ve bu yüzyılda yaşamış insanların, hayatın anlamı üzerine önceki çağlara göre acıyla, yer yer de öfkeyle ve uzun uzun düşünmelerinin nedenlerinden biri, bu yüzyılın insan hayatını korkunç derecede değersizleştirip aşağılayan bir çağ olmasıdır. Şunu demek istiyorum: Hayatın pratikte bu kadar şiddetle değersizleştirilmesi mümkün olabiliyorsa, hayatın anlamının teoride böylesine sorgulanması da doğal karşılanabilir. Nitekim, yılgınlık, korku, tiksinme, saçmalık türünden niteliklerden “insanlık durumu”nun belirleyicileri olarak söz etmenin, yirminci yüzyıl aydınları için, örnek olsun, on birinci ya da on ikinci yüzyıl sanatçı ve filozoflarına göre çok daha yaygın olduğu ileri sürülebilir.

Şunu da eklemek, en acı verici bir paradoks değil midir acaba? İnsanlığın kendi hayatını aşağılamanın da ötesinde eylemli olarak yok eden yirminci yüzyılda, bu kahrolası duruma karşı en kararlı isyanını gerçekleştirmesi, daha büyük yıkımlarla ve geçici bile olsa yenilgiyle sonuçlanmış görünmektedir.

Hayata bir anlam yükleme çabalarını pek amansız biçimde alaya alanlar da olmuştur. Örneğin, ana-babası Hollanda asıllı ve 1788-1860 yılları arasında yaşamış Alman filozof Arthur Schopenhauer’a göre, hayatın yaşanmaya değer olduğunu ancak bir aptal hayal edebilir. Onun açısından insan denilen varlık için en uygun simge, kürek pençeli köstebektir. Bu yaratığın hayatının bütün işi kopkoyu bir karanlıkta pençeleriyle toprağı kazıp durmasıdır ve sonunda elde ettiği tek şey, bu melankolik hayatın yeni bir bireyde sürmesini sağlayan beslenme ve üremedir. Schopenhauer’ın gözünde, insan denilen yaratık, kendi değerinden emin, hemencecik hayal kırıklığına uğrayacak olmasına rağmen ahlaki anlamda yüksek bir amacı kovalayan, kendini beğenmiş bir tür ırktır ve belirgin bir gülünçlük barındırır. Oysa, bu saçmasapan kuru gürültüye uygun hiçbir görkemli amaç yoktur ortada; olsa olsa, “bir anlık doyum,  koşullandırılmış geçici bir arzu, uzun süreli ve yoğun bir acı, durmaksızın mücadele, topyekûn savaş,  her şeyin hem avcı hem de av olması, baskı, istek, ihtiyaç ve kaygı, acıyla inlemeler…”

Yine örnek olsun, günümüzün postmodern düşünürleri için de “anlam” sözcüğünün kendisi bile şüpheli bir terime dönüşür. Onların bakış açısıyla, hayat anlamlı değildir; bununla birlikte, hayatın anlamdan yoksun olduğunu tasalanarak ileri sürmek de onun bir anlamı olabileceği yanılsamasına tutsak düşmektir.

Oysa, hayatın kendisinde var olan ya da ona yüklenmiş bir anlamının bulunabileceği düşüncesi ve arayışı, ne saçmadır ne de kaçınılmaz bir tutsaklığa yol açar.

İlkin, kimsenin farkında olmadığı ya da dışarıdan yüklemediği bir anlamın, bir bağlantının ya da ilişkinin bulunabileceği düşüncesi: Eğer, insan hayatında tek bir bireyin bile tasarlamadığı anlamlı bağlantılar, ilişkiler olmasaydı, öteki bilimler bir yana,  insan ve toplumla ilgili bütün bilim alanları boşa çıkmış olurdu. Öyle olmadığı için, sözgelimi, bir nüfusbilimci belli bir bölgedeki nüfus dağılımının belli bir anlam taşıdığını, orada yaşayan hiç kimse bunun farkında olmasa bile söyleyebiliyor.

İkincisi, hayata yüklenmiş anlamların ona tutunmayı, böylece ondaki baskılara, haksızlıklara, akıl dışılıklara direnmeyi sağladığının, tek başına bunu sağlamasa bile kolaylaştırdığının kanıtları çok fazladır. Herhangi bir örnek olarak, kendisi de oralarda tutsak kalmış bir hekimin Nazi toplama kampları ile ilgili bir yaşantısından söz edebiliriz: Bu hekim, Nietzsche’nin şu sözlerinin tutuklularla ilgili her türden psikoterapi ve ruh sağlığını koruma çabalarının yol göstericisi olabildiğini söylemişti: “Yaşamak için bir nedeni olan kişi, hemen her nasıla katlanabilir.”

Sözün kısası, kimileri hiçbir anlam bulamazlar hayatta,ona  herhangi bir anlam yüklemeyi de saçma, boş, değersiz bulurlar; kimileri ise birincilerin yakıştırdıkları bu tür sıfatları hak eden birtakım anlamlar yükleyerek onların ardından zavallıca koşuştururlar.

Bir de, hayatı sona ererken ya da sonun geldiği sanılırken bile ona bağlılığını yitirmeyecek büyük bir anlam bulanlar olmuştur yaşamakta. Böyle der demez, hemen akla gelmemesi ne mümkün, artık bir klasik olmuş şu dizeleri kim bilmez? Ne kadar tekrarlansa yeridir; klasik, eskimeyen demektir.

Diyelim ki, ağır ameliyatlık hastayız,
Yani, beyaz masadan
                         bir daha kalkmamak ihtimali de var.
                        Duymamak mümkün değilse de biraz erken gitmenin kederini
biz yine de güleceğiz anlatılan Bektaşi fıkrasına,
hava yağmurlu mu, diye bakacağız pencereden,
yahut da yine sabırsızlıkla bekleyeceğiz
                                                en son ajans haberlerini.

Diyelim ki, dövüşülmeye değer bir şeyler için,
                                          diyelim ki, cephedeyiz.
Daha orda ilk hücumda, daha o gün
                                          yüzükoyun kapaklanıp ölmek de mümkün.
Tuhaf bir hınçla bileceğiz bunu,
                                         fakat yine de çıldırasıya merak edeceğiz
                                        belki yıllarca sürecek olan savaşın sonunu.

Diyelim ki, hapisteyiz,
yaşımız da elliye yakın,
daha da on sekiz sene olsun açılmasına demir kapının.
Yine de dışarıyla beraber yaşayacağız,
insanları, hayvanları, kavgası ve rüzgârıyla
                                                 yani, duvarın arkasındaki dışarıyla.

Yani, nasıl ve nerde olursak olalım
              hiç ölünmeyecekmiş gibi yaşanacak…

Sonuç olarak, bizim seçimimiz, şairler şairininkiyle aynıdır.