Nasıl mı, Neyi mi?

Aralarında birtakım farklılıklar olmakla birlikte, anlatmak, göstermek, öğretmek türünden sözcüklerle dile getirmeye çalıştığımız işi yaparken, böyle bir işe kendimizi hazırlarken soracağımız sorulardan hangisi öncelikli olmalıdır?

Nasıl mı anlatacağız, yoksa neyi mi anlatacağız?

“Çok açık! Besbelli!” denebilir. Neyi anlatacağını bilmeden nasıl anlatacağını bilmek ne mümkün, diye de devam edilebilir. Böyle düşünenler çoğunluktadır herhalde. Bizim aramızda yahut tarafımızda, demek istiyorum. Ben de o çoğunluk olduğunu varsaydığım kümenin içinde sayıyorum kendimi.

Bununla birlikte, buradaki “ne” sorusunun, “nasıl” sorusunu, daha doğrusu, ilk sorunun yanıtlarının ikincinin yanıtlarını önceleyeceği bellidir de, ilkinin ikinciyi mutlak anlamda belirleyeceği ileri sürülemez. Başka bir deyişle, neyi anlatacağımıza karar verdikten sonra, nasıl anlatacağımız sorusu gereksizleşmez ilk kararın şu ya da bu oluşu ile ikinci sorunun yanıtı teke inmez hatta, teke inmek şurda dursun, bir sadeleşme bile ortaya çıkmaz.

Çıkmasına çıkmaz da, bu yazıda sorunun hem siyaset hem sanat tarihinde pek çok yararlı yararsız kavgaya yol açmış bu yanını tartışma niyetimiz yok. Önceliği olduğunu düşündüğümüz “neyi” sorusu üzerinde durmak niyetindeyiz. Bugün ve bizim memlekette, diye de ekleyelim ki, zaman ve mekân sınırlamalarını da yapıp iyice somutlaştırmış olalım. Ancak, bunun her türlü ayrıntıda aynı ölçüde somutlaşma anlamına gelmeyeceği, yazının sonunda görülecektir.

İşçilere, emekçilere ne anlatmak gerektiği, ilk bakışta, saçma bir soru gibi görünüyor. Bu işi yapmak için yola çıkmış, kısa ya da uzun bir süredir bunu yapmaya çabalayan, başarım düzeyi ne olursa olsun öyle yaptığı apaçık belli olan bir militan için öyledir en azından. Ama o kadar basit ya da kolay anlaşılır değil.

Bu sorunun zaman zaman gündeme geldiğini ve sıkı atışmalara yol açtığını hatırlayabiliyoruz hem kendi yaşadıklarımızdan hem onları yaşarken geçmişten öğrenip ileri sürdüklerimizden…

Bazı eksiltmeleri, dolayısıyla zenginlikten yoksun bırakmaları göze alarak şöyle söyleyebiliriz: Bu konu tartışılırken başlıca iki eğilimin ortaya çıktığı ya da yanıtların esas olarak iki kümede toplanabildiği görülüyor. Biri, emekçilere her günkü yaşantılarında nasıl ve ne kadar, hatta olabildiğince, neden yokluk yoksulluk içinde ezildiklerini anlatmak ya da göstermek gerektiğini öne çıkarır. Öteki, emekçilerin bunları, belki o “neden” sorusu biraz yanıtsız ya da yanıtı belirsiz kalsa bile, kendi yaşadıklarından zaten az çok bildiklerini ileri sürerek, onların asıl bilmediklerinin anlatılması, sergilenmesi, öğretilmesi gerektiğini vurgular. Nedir bilmedikleri? Şunlar, örneğin: “(…) sermayedar ve toprak ağası ile imamın, yüksek bürokrat ile köylünün, öğrenci ile serserinin iktisadi niteliği ve toplumsal ve siyasal özellikleri (…) onların güçlü ve zayıf yanları (…) her sınıf ve katmanın kendi bencil özlemleri, kendi gerçek ‘iç yapısını’ gizlemek için kullandığı bütün parlak sözlerin ve safsataların anlamı (…) belirli kurumların ve yasaların hangi çıkarları yansıttığı ve bunların nasıl yansıtıldığı…”

En son yazdığım satırlar, tırnak içine alınışından da anlaşılacağı üzere, başka bir metinden aktarılmıştır ve “sermayedar” sözcüğünün eklenmesi ile “papaz” yerine “imam” yazılması dışında hiçbir değişiklik yapılmamıştır. Şimdi, papazın yerine nasıl imam yazılır, onlar bir sınıf olmasa bile, özel bir katmandır, oysa bizdeki imamlar için aynı şey söylenemez, benzeri itirazlar olabilir mi acaba? Olursa, imamların şimdiki olmasa bile en az eski papazlar kadar “bir tür sınıf”, hem ruhban hem fettan bir katman olduklarını söyleyerek kısa bir yanıt vermek yeterlidir. Yeterli bulmayan, günümüz Türkiye’sindeki sermayedarların, siyasetçilerin, yüksek bürokratların kökenlerine bakabilir.

O alıntı, bundan yüz küsur yıl önce yazılmış ve, alt tarafı bir kitap için bunu söylemek çok abartılı görünse bile, o yüzyılın gidişini değiştirmiş, ne yapılması gerektiğine ilişkin reçeteler içeren ünlü eserdendir. Birkaç ay önce yürütülmüş ve az sayıda meraklının katıldığı bir “okuma atölyesi”nin, atölyenin başındaki kişiye başka ne ad verilebilir, ustabaşılığını yaptığım için kitaptaki yerini kolayca bulup aktarabildim.

Sözü toparlarken bugünkü durumumuzun zavallılığına, haydi bu son sözcüğü daha az duygu yüklü bir başkasıyla değiştirelim, yüz yıl öncekinden farklılığına değinmekte yarar var. Lenin o satırları yazarken, yaşadığı ve mücadele ettiği coğrafyanın önemli parçalarında, kayda değer bir kendiliğinden eylem yoğunlaşması gözlemleniyor. Zaten, kendisi de, o satırları ve aynı kitabındaki başkalarını, pek çok emekçinin içinde bulunduğu kendiliğinden mücadeleyi bilerek ve onun hem önemini hem yetmezliğini vurgulayarak yazıyor.

Bugün bizim öyle bir durumla karşı karşıya bulunmadığımız ise apaçık o kadar ki, kendiliğinden olsun da çamurdan olsun, diyeceğiz nerdeyse… Dolayısıyla, az önce içtenlikle “reçete” diye sözünü ettiğim o önemi hiç azalmayacak saptamaları bugünün koşullarında yeniden okumak gerekiyor. Kendiliğindenliği kımıltısızlık düzeyine gerilemiş bir sınıfın kendi koşullarını kendi yaşadıklarından kendi başına kavrayıp öğrenebilmesi olasılığı yüz yıl öncesine göre epeyce azalmıştır. Bir de buna “Hayır, senin yaşadığın aslında kötü değil, iyidir!” diyen karşı tarafın çok daha deneyimli, donanımlı ve fütursuz olduğu eklenirse, neyi anlatmak ya da neye öncelik vermek gerektiği sorusu basitliğini yitiriyor. Kötülüğü apaçık olanın kötülüğünü göstermek gibi bir zorunluluk da ortaya çıkıyor sanki.

Her gün yaşanmakta olanın kötülüğünü de “nasılsa biliniyor” demeden göstermenin yanı sıra, iyinin ne olduğunu gösterip anlatmanın önemi, salt önceki o ilkel zorunluluk yüzünden, belki de her zamankinden daha fazla artmıştır. Emekçi insanlara kurtuluşun nerede olduğunu göstermeden, onların her günkü yaşantılarında süründüklerini fark ettirmek imkânsız duruma gelmiştir! Evet, bu cümlenin sonuna bir ünlem işareti koyuyorum çünkü, bu gerçekten çok şaşırtıcı, daha önce karşılaşılmamış bir durumdur.

Anlatılması, gösterilmesi, öğretilmesi gereken kurtuluş ise sosyalizmdir. Daha sürüm sürüm süründüklerini bile kendilerine mümkün olan en büyük açıklıkla gösterilmedikçe fark etmekten uzak görünen insanlara sosyalizm denilen, ne olduğu ve nasıl olduğu epeydir belleklerden kazınmaya uğraşılmış bir ve tek kurtuluş anlatılıp benimsetilemedikçe, ciddi ilerlemelerin sağlanamayacağı bir durumdayız.

Böyle der demez de “nasıl” sorusu gündeme geliyor. Ama uzattık ve pek yerimiz kalmadı. Gerçi, bu sorunun yanıtını bilecek noktaya ulaşsaydım, yer kaldı mı kalmadı mı demez, günlerce hiç durmadan yazardım, o da ayrı. Şimdilik, hep gündemde tutmak, durmadan kafa yormak ve tartışmaktan başka elimizden ne gelir!

Zaman zaman bu yazıların sonunda “kıssadan hisse”lere yer verdiğimiz oluyor. Bu seferki öyle değil de, böyle bir yazının neden kendini yazdırdığına ilişkin bir not düşmek şart oldu galiba: Yukarıda bir ara değinilen meraklı sayısının azlığı içimizde ukde olarak kalmıştır da ondan, yahut, biraz da ondan.