Naif Şaşkınlıklar

Şaşkınlıkta zaten her zaman bir naiflik bulunur, denmemeli. Kimileyin, basbayağı hinoğluhince niyetlerle şaşkınlığa düşüldüğü, demek, işin içinde birtakım hesaplar bulunduğu için, daha yerinde bir anlatımla, şaşkınlık gösterilerine girişildiği de olur. Ama burada bu tür gizli, örtülü niyetlerin söz konusu olmadığını kesinlikle vurguluyorum ve, inandırmak için başka çarem olmadığına göre, okurlardan inanmalarını beklediğimi belirtmekle yetiniyorum.

Ayrıca, böyle şaşkınlıklara düştüğüm hiç olmuyor değil de, bu sıklıkta oluşu epeyce yeni sayılır sayıları ile uzunluklarının ne kadar olduğunu bilemeden, son yıllarda yahut son zamanlarda, diye ekleyebilirim.

Az önce şaşkınlığımda bir hesaplılık olmadığına inanmalarını beklediğim okurlardan bu kez de özür diledikten sonra kendimle ilgili birkaç satır yazarak devam etmek durumundayım.

Kendimi kırk beş yıldan beri sosyalist sayarım. Bunun ilk iki yılı “öznel” bir değerlendirme kabul edilebilir, kendimi öyle sandığım ileri sürülebilir dolayısıyla, “sayarım” sözcüğü yerindedir. Ama bu sürenin kırk üç yılı şu ya da bu ölçü ve biçimde örgütlü mücadele içinde geçtiğine göre, o zaman dilimi için bir nesnellikten söz etmekte büyük bir sakınca yoktur, diyebiliriz.

Ömrünün dörtte üçü böyle bir bağlanma içinde geçmiş, az çok okur-yazar, zekâsı ya da kavrama yeteneği ortalama düzeyde sayılabilecek bir insan olarak, şu günlerde anlamakta mı desem, anlam vermekte mi, hak vermekte mi yoksa, çok zorlandığım bir yığın tutumla karşılaştığımı söylemek, belki de, itiraf etmek zorundayım.

Bir yerden başlamak için, rastgele, sıralıyorum.

Örnek olsun, şu akepe tarafından kotarılan referandumda evet diyeceklerini açıklayıp bunu savunan ve kendilerine solun renkleri arasından renk seçen, kimileri eskiden gerçekten de solda yer almış irili ufaklı örgütler, çizgiler, gruplar… Aslında buradaki “irili ufaklı” deyişi, tam anlamıyla lafın gelişi oldu çünkü, bunlar arasında ölçekleri “iri” sözcüğüyle anlatılmaya az çok uygun tek bir örnek bile bulunamıyor.

Bunlar şu değişiklik paketinin yürürlüğe girmesiyle 12 Eylül’ün, hadi onu geçelim, göz önündeki sorumlularının yargılanabileceğini sanıyor olabilirler mi? Kâğıt üzerinde böyle bir imkân ortaya çıkacağını sanıyorlar diyelim, onların çocuğu akepe tarafından ya da onun devri iktidarında böyle bir yargılamanın gerçekleşme olasılığını sıfırın ne kadar üzerinde düşünebilirler? Çok üzerinde olduğunu düşünüyorlar diyelim, bir iki kişinin göstermelik bir yargılamayla karşı karşıya bırakılmasının 12 Eylül’ün mahkûm edilmesi anlamına geleceğini kabul etmenin solculukla, devrimcilikle bağdaştırılması mümkün müdür?

Öte yandan, kamu emekçilerinin birkaç onyıllık mücadeleleriyle elde ettikleri sendikalaşma hakkında en küçük bir ilerleme sağlandığını düşünebilecek kadar saf olabilirler mi?

Hâlâ toplumsal mücadele açısından anlamlı görülebilecek kararlar alabilen bazı yargı kurumlarının bu değişikliklerden sonra nasıl bütünüyle emekçi karşıtı konumlara kayacaklarını tahmin etmek, çok mu az rastlanan bir öngörü yeteneğini gerektiriyor acaba?

Aslında ayrıntı düzeyindeki bu tür sorular bir yana, Kemal Okuyan’ın geçenlerde yazdığı gibi, hiç böyle ayrıntılara girmeden, sadece akepe’ye ve onun sekiz yıldan beri yapıp ettiklerine bakarak “hayır” demek, nasıl bu kadar zor gelir kendisini solcu, devrimci sayanlara? Yurdakul Er’in deyişiyle bu “tüccar imamlar” tayfasının hayatta kalmayı becerebilen emekçilere sundukları arasında bir gün inşallah patronuyla aynı camide namaz kılabilme şansına ulaşmaktan başka bir şey de olduğunu düşünenleri hâlâ solcu, devrimci saymaktan daha büyük bir ayıp olabilir mi?

Ya, boykotçulara ne demeli? Onların boykot örgütleme iddiasında oldukları için, salt bu iddialarının dile getirilişinde kullanılan örgütleme sözcüğünün çağrıştırdıkları yüzünden daha az hatalı ya da ya da daha devrimci bir tutum içinde bulundukları kabul edilebilir mi? Referandumun boykot edilmesi gerektiğini savunanlar arasında hem siyasal hem sayısal anlamda tek önemli öbek olan Kürt siyasetinin, dile getirilmiş böyle bir tutumun oy verme davranışlarını etkilemesi durumunda, dönüp dolaşıp akepe’nin kazanç hanesine yazılacağını göremeyecek kadar toy kadrolar eliyle yürütüldüğünü kabul etmektense, bu tutum karşısında şaşırmak, daha iyimserce bir bakıştır. Aynı zamanda, daha gerçekçidir çünkü, buradan yola çıkarak başka sorular sormak ve “toyluk”tan daha inandırıcı açıklamalara ulaşmak mümkün olabilir. Boykot eğiliminin ilk dillendirildiği günlerde yazdığım yazıda, bu eğilimin belirlenmesi sırasında henüz yeterli katılımın sağlanamamış, bu siyasetteki bütün unsurların kararlarını belli etmemiş olabileceğinden söz etmiştim. İngilizce konuşanların öyle olmasını isteyerek düşünmek dedikleri türden bir düşünme tarzıydı benimki, kabul ederim. Ama, Kürt siyasetini yönlendirebilen kadrolar içinde sosyalistçe sağduyusunu, altmışlı yılların ortasında uydurulup sonradan unutulmuş sözcükle, solduyusunu yitirmemiş olanların bulunduğu, herhalde büsbütün geçersiz bir varsayım değildir.

Her neyse, uzun sözün kısası, boykot tutumu oy verecek halk tarafından benimsenecek olursa, akepe’nin, onların tüccar kafasınca çok iyi anlaşılabilecek bir anlatımla, zarardan kâr edeceği besbellidir. Referandumu boykot etmesi istenen halk kitlesinin, oy kullanması durumunda, büyük bir çoğunlukla “hayır” deme eğiliminde olacağı biliniyordu. Dolayısıyla, bu oylar akepe’nin aleyhine, zarar hanesine yazılacaktı. O halde, o oyların kullanılmamış olması, akepe’nin zarardan kâr etmesi anlamına gelecektir.

Erdoğan’ın meydan meydan gezerken boykot eğilimi içindekilere de veryansın ediyor oluşu ise ya pek uyanıkça sandığı bir taktikle ya da hiç dizginleyemediği esip savurma tutkusuyla ilgili olsa gerektir.

Madem, son zamanlarda şaşırmadan edemediğim birtakım eğilimlerden, tutumlardan söz ediyorum, askeri şura toplantıları vesilesiyle ortaya çıkan gerilime ilişkin olarak da üçbeş satır yazmakla konuyu fazla dağıtmış olmam, umarım.

Bir kez, yandaşıyla karşıtıyla hemen hemen basının tümünde eşi benzeri görülmemiş bir durumla karşılaşıldığından dem vuruluyor önce, bunun gerçeklerle uyuşmadığını hatırlamakta yarar var. Çok da gerilere gitmeden, bu ülkenin en çok asker darbesine muhatap olarak gitmesi ve sonra tekrar gelmesi ile meşhur politikacısı Demirel’in ve 12 Eylül politikacılarından Özal’ın da böyle yüksek komutan atamalarına müdahil olma, bazı komutanların önünü kesme ve bazılarının emeklilik talepleriyle karşılaşma türünden olaylara yol açtıkları biliniyor. Şimdiki de, kuşkusuz farklı ve belki de daha ciddi boyutları olmakla birlikte, yakın tarihlerde hiç görülmemiş bir gerilim değildir.

Ayrıca, iki yıl önce yazdıklarımda ısrarlıyım: Bu bizim siyasal tarihimizde bilinen adlandırılmasıyla bir “büyük koalisyon”dur 12 Eylül generallerinin, ah bir kurulabilseydi, biz darbeye mi kalkışırdık, diye otuz yıl önce kurulamayışından yakındıklarına benzer bir koalisyon. Koalisyonlar böyle yürür anlaşmazlıklar, sürtüşmeler, hatta aşılamayacağı sanılan gerilimlerle ilerler elbette, sanılan gerçek olup gerilimler aşılamadığında da çatlar kimileyin çatlaklar onarılır, kimileyin de yıkım ortaya çıkar. Bugün bir gerilimin varlığı ve bunun bazı çatlaklara yol açtığı görülebilmekle birlikte, nasıl bir onarım yapılabileceği, hatta bir onarımın mümkün olup olamayacağı da belli değil. Demek, bugünkü iktidarın kendisi kadar eskiye dayanan bu koalisyonun, er ya da geç ulaşacağı sonuna, hiç de kısa sayılamayacak geçmişinde olduğundan daha çok yaklaştığını akla getirmekte bir sakınca yoktur.

Ancak, “askeri vesayet”in kırılmakta olduğunu düşünüp sevinç çığlıkları atmanın, elbette solculuk, devrimcilik, sosyalistlik açısından pek çok sakıncası bulunmaktadır. Kuşkusuz, Kemalizm ile nasıl bir bağları kaldığını anlamakta her aklı başında insanın güçlük çektiği yüksek komutanların düşürüldükleri duruma bakarak karalar bağlamanın da…