Müstahak

Son günlerde yaşanmış, doğrudan yaşanmasa da tanık olunmuş birtakım olaylardan hareket ederek kimin, neyi hak etmiş, daha öfkeli ve lanetleyici bir anlatımla, layığını bulmuş olduğunu dile getiren bir yazı olacak bu. Birtakım fotoğraflar çekmeye, çekilmişleri önümüze koymaya başlayalım.

İlk fotoğraf, son yılların en can sıkıcı, can acıtıcı, canından bezdirici konularından biriyle ilgili. Bu konu, çeşitli davalar ve bunların görüldüğü mahkemelerdir. “Siyaset Bilimi” diye pek revaç bulan, değerli ve geçerli sayılan, benimse sonundaki “bilim” ekini fazla zorlama bulduğum, her üniversitede ya da, aynı anlama gelmek üzere, gecekonduda adına bölüm açılmış alana az çok bir anlam katabileceği anlaşılan genç akademisyenlerden Fatih Yaşlı’nın burada aylar önce değindiği, yeni rejimin kurulduğu başlıca mekânlardan biri olan mahkemelerle ilgili, kör kör gözüm parmağına bir gelişme oldu geçen gün. Tutuklanıp bir buçuk yıl kadar hapiste tutulan gençlerin yaptığı pankart açma ve slogan atma eylemini düşünce açıklama özgürlüğü çerçevesinde değerlendiren savcı görevden alındı ve yeni görevlendirilen savcı, aynı eylemlerden ötürü aynı gençler için 15 yıla kadar varan hapis cezası verilmesini istedi.

Kimi köşe yazarları, bunu insafsızlık, kimileri yargının siyasallaşmasının yeni bir göstergesi olarak gördüler, kimileri “adaletin bu mu dünya” diye bitirdiler yazılarını. Ama, istisnasız hepsi, açıkça yazmamış olanlar bile, bunu demokrasinin geriliğinin, gelişmemişliğinin ürünü olarak belirlediler içlerinden “İşte bizdeki ‘ileri demokrasi’ de böyle oluyor!” yolunda kinayeli anlatımlarla, iktidarın sloganları ve övünme gerekçeleri arasında önemli yer tutan bir başlıkla ilgili alaycı eleştiriler yapanlar da olmuştur. Kendim görüp okumuş değilim, ama mutlaka olmuştur keskin kalemler çok çünkü, yazmışlardır.

Bir başka fotoğrafa bakalım: Sendikalı işçi sayılarının artık sadece birkaç yüz bin ile anlatılır olduğu ülkemizde, “ileri demokrasi”nin güvencesi olacağı söylenen ikinci 12 Eylül Anayasası içindeki bazı hükümlerle grev yasaklarının daraltıldığı, sendikalaşma ve grev hakkının önündeki engellerin azaltıldığı, grevli toplu sözleşme hakkının yaygınlaşmasının önünün açılacağı türünden propagandalar yapılırken, bir yandan, anayasa buyruğu niteliğindeki yasal düzenlemeler savsaklanıyor, bir yandan da, hazırlanmakta olan yasalarda sendikalaşmanın ve grev hakkının önüne yeni engellerin konulacağı, en azından bu yönde birtakım hazırlıkların olduğu anlaşılıyor. Yeri gelmişken, İlhan Akalın dostumuzun çeşitli toplantılarda dillendirdiği bir saptamasını burada anarak, kendisinin ısrarla yapmaya çalıştığı bilgilendirmenin sınırlarını biraz daha genişletmiş olalım: Akalın’ın epey önceden bir akademisyene sipariş edildiğini ve hazırlıklarının tamamlandığını bildirdiği bir çalışmada, sendikaları, toplu pazarlığı, grevi, lokavtı, hepsini bir torbaya koyan yasa taslağına “toplu iş ilişkileri kanunu” adının verildiğini ayrıca, yıllardır grevli toplu sözleşme hakkı için mücadele eden kamu emekçileriyle ilgili düzenlemede ise “toplu pazarlık” ya da “toplu sözleşme” gibi kullanılmasına alışılmış terimlerin bile ortadan kaldırılıp “toplu iş görüşmesi” teriminin uydurulmak istendiğini öğreniyoruz.

Üçüncü fotoğraf ise belki daha az önemli, ama daha eğlenceli bir durumu saptıyor: Malum, iktidar partisi, pek yerinde ve uyanıkça bir kararla, futbolumuzun eşi benzeri bulunmayan bir golcüsünü milletvekili yaptı o da, bu fırsatı gole çevirdi ve ayrıldığı devlet televizyonu yerine bir özel televizyonda, sır gibi saklandığına göre, cukkası esaslı bir yorumculuk işi kaptı. Geçenlerde, esas mesleği hekimlik olan muhalif bir milletvekili ücretsiz olarak hekimlik de yapmak üzere başvurdu ve meclis başkanlığı red cevabı verdi. Gol kralımız ise kendi partisinin birçok “ahlaklı” ileri geleni tarafından “ahlaklı” bulunmayan bu ikinci iş için meclis başkanlığından izin alıp almadığını soranlara “Beyefendinin haberi var.” diyormuş. “Zenginin parası züğürdün çenesini yorar.” derler ya, burada da öyle oldu. Lakin, züğürdün çenesi pek de boşu boşuna yorulmadı bu kez parlamentoda pek sesi soluğu çıkmayan gol kralı milletvekilimizin eğitim komisyonuna katılarak şu çok gürültü koparan 4+4+4 kanunundan kaynaklanan hararetli tartışmalarda görev yaptığı haberleri duyuldu. Böylece, benim gibi birçok yurttaşımız da tanıdığımız pek çok başka örnekle bu acar santrforumuzu karşılaştırma hatasına düşmekten kurtulduk. Örneğin, bizim Bursa Erkek Lisesi’nde bir öğretmenimiz vardı, herhalde 1965 seçimlerinde olmalı, Adalet Partisi’nden milletvekili seçtirilmişti de, yemin etmek için çıkmanın dışında milletin kürsüsünü bir daha hiç işgal etmemiş olmanın şerefiyle dört yıl sonra yine milletinin bağrına ilk günkü safiyetiyle geri dönmüştü. Bu çocuk öyle olmayacağını daha birinci yılı dolmadan kanıtlamış oldu. Gerçi, o hararetli tartışmalara danışmanının bir muhalif milletvekiline attığı ileri sürülen yumruk dışında katkısının olmadığı rivayet olunuyorsa da, olsun, ileride açılacaktır. Galatasaray’a geldiği ilk zamanlarda da ne şaşırtıcı hareketlerle saç baş yoldurur, ne goller kaçırırdı hatta, sonra da çok kaçırdı, herhalde onların etkisiyle, ama kuşkusuz rakip taraftarların yakıştırdıkları, bir de şaban lakabı vardı ki, külliyen yalan ve tamamen haset ürünüydü.

Burada yeşil sahaların eski kralından bütün sahaların yeni kralına gelelim: Eski kralın seslenişiyle “Beyefendi”, partisinin bir toplantısında tutuklu gazeteciler konusuna son noktayı koydu. Her zamanki ifadesiyle “bakanına” sormuş, getirin bakalım şu tutuklular arasında kaç tane sarı kartlı gazeteci var demiş ve topu topu altı kişi çıkmış. Öyle ya, hem gazeteciyim diyeceksin, hem de sarı basın kartın olmayacak, olur mu böyle başıbozukluk! Bunun üzerine bir yığın itiraz yükseldi, “Benim de sarı kartım yok” diyen nice anlı şanlı gazeteci çıktı eh, onlara da kimse gazeteci değilsin diyemezdi doğrusu. O sırada, MAB da, hani şu karşısındaki aygıttan haber okurken üst üste üç sözcüğü ara sıra düzgün okuyabilen, üst üste dört sözcüğü teklemeden okuduğuna bugüne kadar kimsenin rastlamadığı emsalsiz sunucu, gazeteci, yapımcı, yazar, şirket yöneticisi ve daha burada sayılamayacak kadar çok marifetin sahibi, marifetlerini saymaya değil ellerinin, ayaklarının parmakları da katılsa yetmeyecek olağanüstü yaratık demek istiyorum, o da köşe yazısında çok yol açıcı bir öneride bulundu: En iyisi, bu işe, kim gazeteci kim değil, yüce meclis karar versin, dedi. Aslına bakılırsa, Ahmet Şık gazeteci kabul edilirse itirazlar epey azalacak, hele Nedim Şener de eklenirse, tutuklu gazeteciler diye bir sorun olmadığı konusunda hükümetle mutabakat büyük ölçüde sağlanacak görünüyor. Bu arada, Pozantı’daki çocuk tutuklu ve hükümlülerin başlarına gelenlerin kamuoyuna duyurulmasını sağlayan gazetecinin de KCK operasyonu çerçevesinde tutuklandığı haberi çıktı ki, onun ne sarı basın kartı bulunuyor olabilir zaten, ne de gazeteci olmadığı konusunda en küçük bir şüphe!

Son bir fotoğraf daha olsun ve şu olsun: Üç gün önce, bütün dünyada olduğu gibi bizim ülkemizde de Dünya Emekçi Kadınlar Günü “kutlandı”. Bizde ve herhalde birçok başka ülkede “emekçi” sözcüğü atlanarak, diye de eklemeli. Daha Temmuz ayında kabineyi oluştururken kadının adını bakanlık adından çıkarıp aile ile değiştirmiş olan iktidar partisi, yine aileyi ve ailenin içindeki kadını “şiddetten koruma”yı öngören yasayı, tam da o kutlu günde parlamentodan geçirme inceliğini gösterdi. Ayrıca, maaile katıldıkları ve kızlarımızı okutmamızı isteyen “kamu spotları” hazırlatıp bunları bütün televizyonlarda yayımlatarak bir başka jest daha yaptılar böylece, 4+4+4 derken hiç de öyle kızlarımızı örtüp eve kapatma niyetlerinin bulunmadığını anlatmış oldular. Bununla birlikte, hep yinelenen “en az üç çocuk” öğüdünü ve sıpa ile sopa sözcüklerinin tam kafiye oluşturmasından yararlanan o ünlü özdeyişi unutmayan kadınlarımızın, akılları biraz karışmış olabilir. Halkımızın erkeklerinin uydurup ün kazandırdıkları kuşkusuz olan o sözün “sıpa” sözcüğü ile anlatılan bölümü geçerliliğini korumaktadır da, “sopa” sözcüğünün anlattığı tehdidin ne ölçüde giderilebileceği konusunda, çıkarılan yasalar da sürüp giden alışkanlık ve uygulamalar da pek bir ferahlık vermemektedir. Bu arada, yukarıdaki “tam kafiye” saptamasına bir itiraz gelirse, son hecelerde benzeşen birer ünlü ile birer ünsüzün bulunması durumunda, buna başka bir ad verilemeyeceğini hatırlatmakla yetiniriz.

Şimdi sözü bağlamanın zamanıdır: Kim, neyi hak etmiş oluyor?

Bütün bunlara ve şu ya da bu ölçüde benzemekle birlikte sayıları kat kat fazla olan olaylarla olgulara bakarak “İşte, demokrasi bu kadar geri olursa, bunların hepsi çok normaldir asıl böyle olmasaydı şaşırmak gerekirdi!” türünden laflar edenler, olup bitenlere ve başlarına gelenlere müstahaktırlar. Böyle diye diye oturup duranlar müstahak oldukları kadar, şu ya da bu mücadeleyi verirken bu tür sözlerle anlatılandan başka hedef gözetmeyenler de başlarına gelenleri hak etmiş olmaktan kurtulamazlar. Hele, kendilerine devrimci diyenler, sadece diyenler değil bunu demekte haklı olanlar da, bir an önce ileri bir demokrasiyi gerçekleştirmek amacıyla mücadeleye hız ve güç kazandırmaya uğraştıklarını, böylece daha ileri hedefler için elverişli koşulları yaratacaklarını düşündükçe, bu düşünceyle hareket ettikçe, yaşamakta olduklarına ve yaşayacaklarına kesinlikle müstahaktırlar.