Çok bilinen bir öyküdür. Birçok biçimi yahut yorumu dilden dile dolaşır. Biçim ya da yorum derken, hemen hemen tümü, öyküdeki öğretmenin ne öğretmeni olduğu ile ilgilidir ama benim dinlediğim çoğunda, dans öğretmenidir. 
İki kişi dans öğretmenine başvururlar. Öğretmen sorar birincisine: &ldquoHiç dans biliyor musunuz?&rdquo Öğrenci adayı yanıtlar: &ldquoHayır.&rdquo Öğretmen &ldquoPeki,&rdquo der, &ldquosiz ders saati başına on lira vereceksiniz.&rdquo İkinciye gelir sıra. O belki azçok da umutlanarak, &ldquoBen biraz biliyorum efendim!&rdquo der. Öğretmenin yanıtı, &ldquoSiz saat ücreti olarak yirmi lira ödeyeceksiniz!&rdquo olur. İtiraz eder öğrenci adayı: &ldquoAma nasıl olur efendim? O hiç bilmiyor, ona on lira dediniz.&rdquo Açıklar öğretmen: &ldquoTamam işte. Sizin için daha çok emek harcayacağım önce size bildiklerinizi unutturmam gerekecek.&rdquo 
Öykünün aktarılışı biraz emek değer kuramına uyumlaştırılmış biçimde olduysa da, önemi yok, asıl olan o yanı değil. 
Kendi kurtuluş ayaklanmasından umursamazlık ve ürküntü ile geri basan insanlık, git gide, bu öyküdeki talihsiz öğrencinin durumuna doğru ilerlemektedir. Bu cümle aşırı ölçüde bir ihtiyatlılığın damgasını taşıyor. Şöyle yazıldığındaysa daha açık seçik, dürüst ya da bence güzel argosuyla &ldquoharbiden&rdquo oluyor: İnsanlık kurtuluşunu sağlamakta ne kadar geç kalırsa, o kadar iflah olmaz hale gelecektir. Bu da kantarın topuzunu karamsarlığa doğru kaçırdı galiba. Demek, makul olanı, bu iki cümlenin arasında bir yerde bulmak mümkün olacak. 
Sosyalizm kuramının insanlığın düşünsel anlamda o zamana kadar yaratabilmiş olduklarının en gelişmişlerine dayanarak ya da onlardan yararlanarak geliştirildiği söylenegelmiştir. Bunun bir uzantısı olarak da insanlığın toplumsal hayatı yeniden düzenlerken geçmişte öğrendiklerinden yararlanması, onlardan yola çıkması, onların üstüne yenilerini kurması düşünülmüş ve önerilmiştir.  
Oysa, bu son cümle, artık kesinlikle tartışmaya açıktır yukarıdaki çekingenliği bir kenara bırakarak söyleyelim, yanıltıcıdır. 
İnsanlık yeni bir dünya kurmaya girişirken, eski dünyadan, başka türlü anlatılırsa, şu anda yaşadıklarımızdan ne kadar yararlanabileceğini kılı kırk yararak irdelemek zorunda kalacaktır. Bu irdelemenin sonunda ise, büyük bir olasılıkla, kendisine gelişmenin, ilerlemenin, insana yakışır olanın hem gereği hem nimeti olarak belletilenlerin önemli bir çoğunluğunu çöpe atacaktır. Çöp dediysek, tümünü imha etmek üzere değil de, her birinden birer örneği müzelere kaldırıp kalanını insan soyunun erişim alanının dışına çıkararak, demek istediğimiz besbellidir.  
Her olaya, eyleme, söyleme bakarken aklımızın bir kenarında bu olmalıdır. Aklımızın bir kenarında değil, merkezinde, odağında, aklımızı yönlendiren bir konum varsa ve neresiyse, orada&hellip 
Şöyle de anlatılabilir: Gözümüzde bir gözlük olmalı ve onun mercekleri baktığımız her şeyi şu sorunun ışığında bir dönüşüme uğratarak bize ulaştırmalıdır: Bu gördüğümüzdeki sakatlık, insan dışılık, kurtulunması ve geleceğe kesinlikle aktarılmaması gereken yan nedir? 
Madem bir öykü ile başladık, bu noktada aklımıza gelen bir başka öykü ile sürdürelim. Bu kez, dilden dile aktarılan bir öykü değil de eski bir reklam filmi.  Malum, bizim memlekette hızla gelişmeye başladığı dönemde, bu sektörün en parlak isimleri solculuktan transfer edilmiş olanlardı şimdiki durum hakkında pek bilgim yok. Şuraya buraya transfer olmuş da olsalar solcuların hakkını da çok fazla yemeyelim, eski saflarında edinmiş oldukları beceriler epeyce işlerine yarar, işe yaramak ne söz, hızla sivrilmelerini de sağlardı. Şimdi sözünü edeceğim televizyon reklam filmi de, herhalde, öyle bir transferin ürünü idi. 
Belleğimde kaldığı kadarıyla, o filmde, bir hekim hastasına durmadan birtakım nesneler gösteriyor ve &ldquoBu size neyi hatırlatıyor?&rdquo diye soruyordu. Hastanın yanıtı ise, her defasında, reklamı yapılan ürünün adı oluyordu. Hekim bir ağacı, bir öküzü yahut bir apartmanı da gösterse, yanıt değişmiyordu. Sonunda, hekim dayanamıyor ve kızgınlıkla &ldquoBırak şimdi onu kardeşim!&rdquo deyince de yanıt şu oluyordu: &ldquoHiç aklımdan çıkmıyor ki!&rdquo     
Kim ne der, nasıl yargılar, bilmem ama, bende de böyle bir takıntı oluştu: Neye, nereye, kime  baksam, &ldquoBiz bunu ne yapacağız ya da bununla ne yapacağız?&rdquo sorusu aklıma takılıyor. Demem, ileride, ileride dediysek Kaf Dağı&rsquonın ardında değil, gelecekte demek istiyorum, iktidarı aldığımızda, bu şeyle, bu herifle, bu sapıklıkla, bu bilmemneyle ne yapacağız? Atacak mıyız, satacak mıyız, terbiye etmeye mi uğraşacağız? 
Bu sorular beynime üşüştüğünde ise, çoğu durumda, hafakanlar basıyor ve inandırıcı bir yanıt bulamıyorum. 
Epey eskiden, örnek olsun, &ldquoSeçkin kapitalistleri ne yaparız?&rdquo diye bir tür oyun oynardık. Elbette, onların, ülkemizden tüymemiş olanlarını&hellip 
Şimdi adını vermeyeyim, Hakkın rahmetine kavuşalı çok oluyor, kapitalist sınıfın en tanınmış üyeleri arasındaydı, onunla ilgili olarak içimizden birinin yanıtı vardı, yazıya da döküldü galiba. &ldquoKendisini hela bekçisi yapacağız.&rdquo biçimindeydi. O günlerden çok sonra, adı geçen sermayedarı, bir vesileyle, yapıp ettikleri ve söyledikleriyle izleme fırsatı bulmuştum. Okuduklarımdan bildiklerime ek olarak, yabancı dil öğrenmeye pek hevesli, ama bir o kadar da yeteneksizdi. Buna karşılık, zengin şımarıklığıyla olmalı, yabancı dil öğrenmeye çalışanların çoğunda bulunmayan bir cesaret gösteriyor ve dünyanın parasını harcadığı halde bir türlü kıvıramayışına bakmadan ikide bir ortaya atılıp kaş göz yararak İngilizce döktürüyordu. O sıralarda, &ldquoTamam, bunu yabancıların çokça uğradığı bir ayakyoluna bekçi yaparız böylece, sebat etmesinin karşılığını da almış, İngilizcesini ilerletmiş olur!&rdquo diye düşündüğümü hatırlıyorum. 
Lakin, bu tür pratik çözümler bulmak çoğu kez göründüğü kadar kolay olmuyor. Yine de, o sözünü ettiğimiz kapitalistler arasında, özellikle genç kuşaklarında bazı işe yarar teknik bilgi ve beceriler kazandırılmış olanların sayısı çok arttı. Başka alanlarda işlendirmek de mümkün olabilecektir.