Koşturduk Nâzım Nâzım diye…

Bir öykünme bu başlık o kitabı bilenler hatırlamışlardır. Onun için yazılanların bir bölümünü derleyen bir kitaptı orada “yazdık” demişlerdi. ( Zühtü Bayar, Günel Altıntaş, Yazdık Nâzım Nâzım Diye, Soyut Yayınları, Mayıs 1974.) Ben de aynı sözcüğü kullanabilirdim. Ama hem değişik olsun diye, hem de bizim yaptığımız işe daha uygun olduğunu düşünerek böyle yazdım.

Gerçekten de, bundan 10 yıl önce, “Bu memleket bizim, Nâzım bu memleketin” ana sloganıyla başlattığımız büyük şaire yurttaşlık kampanyasını anlatmak bakımından “yazdık” yerine “koşturduk” sözcüğü daha uygun düşer. Onun ölümünün 37. yılına denk gelen 2000 yılının Haziran ayında başlatıp altı üstü yarım yılda tamamladığımız bu kampanya boyunca yaptığımızı en iyi anlatan sözcük budur.

Şimdi, Nâzım’ın 108. doğum gününde, o mücadeleyi hatırlayarak birkaç noktaya değinmek gereğini duyuyorum.

Birinci nokta şudur: Siyasal sorumluluğunu Sosyalist İktidar Partisi’nin taşıdığı bu çalışma boyunca ülkemizin pek çok yöresinde yurttaşımız Nâzım’ı, onun düşüncesini, inancını, mücadelesini ve bunların tümünü içeren şiirini anlatmış 18 Ocak 2001’de tamamlanan kampanyadan sonra da onunla birlikte mücadele etmeyi sürdürmüştük. Zaten, o kampanyanın başlıca amaçlarından biri, belki de birincisi buydu: Onu mücadelemizin bir parçası ve önemli bir silahı durumuna getirmek. O yüzden, “Nâzım’ın ne ihtiyacı var yurttaşlığa?” diye bizim taraftan itiraz yöneltenlere, “Hayır, ihtiyacı olan o değil, biziz!” diye cevap veriyorduk. Hâlâ ihtiyacımız var kuşkusuz. Bu anlamda, onu kullandık ve kullanmaya devam ediyoruz. Devrimci bir şair için bundan, devrimci mücadelede kullanılıyor olmaktan güzel ne olabilir?

Burada o güzelim İl Postino filmindeki unutulmaz postacı karakterinin, sevgilisine aşkını açıklamak için şiirini yürüttüğü büyük Neruda’nın azarlaması karşısında verdiği yanıt aklıma geliyor hemen: “Şiir, yazana değil, ihtiyacı olana aittir.”

İkincisi, yine 10 yıl önceye dönersek, kampanya boyunca biraz da şaşırarak karşılaştığımız şöyle bir durum vardı: Bizim unutulması imkânsız sandığımız Nâzım, basbayağı unutturulmuştu. Hele genç insanlar arasında onun adını bilenler bile son derece azalmıştı. O kampanyanın ve ondan sonra Nâzım’la birlikte mücadeleyi sürdürmenin, onun yeniden hatırlanmasında önemli bir katkısı olmuştur.

Üçüncüsü, “yurttaşlık” alışılmış anlamıyla bir talep değildi. Onun bu ülkenin emekçilerinin yurttaşı olduğunu, bunu hiçbir yasal ya da başka türlü gücün ortadan kaldıramadığını, kaldıramayacağını söylüyor üstelik, Nâzım Hikmet’in komünist kimliği ve yaratıları ile aramızda, bu uğurda yürütülen mücadelenin saflarında olduğunu vurguluyorduk. Onun yurttaşlığını bu vurgularla ve bir daha çıkmamacasına gündeme getirip yerleştirmiştik. Kampanya çalışmalarının üzerinden pek de uzun bir süre geçmeden, siyasi iktidar, Nâzım’ın yurttaşlığına ilişkin anlamsız itirazlar, geçersiz birtakım gerekçeler ileri sürerek konuyu gündemden düşürmeye çalışmıştı. Ama bir başka iktidar, üç beş yıl sonra, kendi hesabına uyduğunu düşündüğü bir zamanda da olsa, bizim baştan beri hiç önem vermediğimiz bu hukuki düzeltmeyi yapmak zorunda kaldı.

Buradan devam ederek bir dördüncü noktaya daha değinebiliriz belki: Nâzım’ın düzen ya da, aynı anlama gelmek üzere, egemen güçler tarafından ehlileştirilmek istendiği, bu yönde kimileyin yalan yanlış, saçma sapan, kimileyin az çok bir dayanağa oturtulmuş senaryolar düzüldüğü, manipülasyonlar yapıldığı ileri sürülür. Bunlara karşı tavır alınır bunların sonuçsuz bırakılması için karşı ataklarda bulunulur.

Büsbütün gereksiz ve yararsız sayılmaz. Ama konuyu şu açıdan da düşünmekte yarar var: Nâzım’ın kavgası ile şiiri koparılamaz bir bütündür şiirini kavgasından soyutlayarak sunmak, okumak, anlamak nerdeyse imkânsızdır. Onun ehlileştirilmesinin önündeki en büyük engel budur. Örnek olsun, “Nâzım Hikmet’in komünistliğini falan boş verin, zaten komünistlik mi kaldı dünyada, alın onun harika aşk şiirlerini okuyup tadına varın!” denemez. Denebilir de, öyle bir durumda, biz de şöyle diyebiliriz: “Keşke bu tavsiyeye uyup o şiirleri okuyanların sayısı olabildiğince çok olsa!” Nedeni çok açık: Nâzım’ın aşk şiirlerinin de eksiksiz olarak tadına varabilmek için onun kavgasından, başka bir anlatımla, komünistliğinden haberli olmak gerekir.

Nâzım’ın insan sevgisi ve emekçi sınıflara sarsılmaz bağlılığı, onu okuyanların insan yanlarını açığa çıkarır ve zenginleştirir onların da Nâzım’daki bu sevgiye ve bağlılığa yakınlaşmalarını sağlar. Şunu da ekleyebiliriz: Onu okuyarak odun kalmak mümkün değildir yeter ki, odunlara da onu okutmak mümkün olabilsin.

Dolayısıyla, kaygılanmaya gerek yoktur. Hangi üstün çabayı göstererek ehlileştirmeye çalışırlarsa çalışsınlar, boşunadır, işlerine yaramaz. Eğer daha çok sayıda insan, tahrif edilmemiş olmak koşuluyla, Nâzım’ın şiirlerine ulaşacaksa, iyidir. Hangi sahte kılığa sokulmuş olursa olsun, hangi art niyetlerle sunulmuş olursa olsun, fark etmez. O sahte kılıklar ve niyetler, daha ilk okuyuşta sırıtmaya başlar.

Bir de şu “ehli” sözcüğünün Türkçe karşılığını aklımıza getirelim. Nedir? Evcil, değil mi? Demek, onun evcilleştirilmesinden söz ediyoruz. Hadi canım, koskoca Nâzım evlere mi sığarmış!

Yukarıdaki satırlar çok mu iyimser görünüyor?

Olsun varsın! Her zaman kapkara yazacak değiliz ya…

Üstelik, karaysa kara, karanlıksa karanlıktır. Bunları görüp de söylememek, ne karayı aka, ne karanlığı aydınlığa çevirebilir. Kabahatimiz karanlığı dillendirmek değil, onu parçalayacak güce ulaşamamak olabilir ancak. Ayrıca, ilkine kabahat denebilse de, ikincisi kabahati aşar ve suç alanına girer.

Şimdi, böyle sözden söze atlayıp dururken, gel de, sesi soluğu çıkmamakla ve her daim cin fikirler çıkarmakla meşhur bizim Ali Mert’in Sanat Cephesi’nin son sayısında hatırlattığını buraya getirip yazma:

“O değil de, ‘Tarih bizi örgüt kurduğumuzdan değil örgütlenemediğimizden yargılayacak’ denirmiş Dev-Yol savunmasında. Böyle imasız, imlasız, imansız, doğru söze ne denir.”

Kerata işte, nerden bulur önümüze koyar bunları da daha fazla yazıp söylemeyi boşa çıkarır, bilinmez!