Koalisyon ve İç Savaş

Şu son duruma “iç savaş”tan başka bir ad konulamayacağını, benim kafası sakatlanmamış ve akıl açıcı ürünler beklenebilecek kimselerin çıkmasını hayretle karşılama eğiliminde olduğum bir alandaki bu özelliği taşıyan genç akademisyenlerimizden Fatih Yaşlı yazdı burada, 29 Aralık günü. Ertesi gün de Aydemir Güler, olup bitenlere ilişkin “belli bir bütünlük kurduğu”nu belirttiği bu değerlendirmeye katıldığını dile getirdi.

Başka yerlerde de kimileyin tıpatıp aynı, kimileyin benzer adlandırmalarla karşılaşıyoruz.

Örnek olsun, Ertuğrul Özkök, nedendir bilinmez, ya da bilinmez olur mu, kolayca tahmin edilebilir biçimde, “amiral gemisi” demekten pek hoşlandığı gazetesinin genel yayın yönetmenliğinden ayrılışının ardından, 2 Ocak günlü yazısında, Aralık ayı başlarında Erzincan’da ve aynı ayın sonlarında Ankara Uğur Mumcu Caddesi’nde yaşanan konfrontasyonlara değindikten sonra, şunları yazmadan edememiş:

“Her an vahim bir olay patlayabilir. Kurumlar arasına kan girebilir. Hiçbirimiz telaffuz etmiyoruz, etmek istemiyoruz ama, işin gerçeği böyle. Türkiye giderek üstü örtülü olmaktan çıkan bir kurumlar savaşı yaşıyor. (…) Giderek kan davasına dönüşme riski taşıyan bu gerginlik önlenmezse, korkarım bir gün bir yerde silahlar patlayacak ve iş artık geri dönülmez noktaya gelecek. Tarihimizde emniyetin çeşitli birimleri arasında çatışmalar, çekişmeler yaşadık. Ama polisle asker, polisle MİT, savcılıkla askeri yetkililer arasında böylesine sert kavgaları hiçbir zaman yaşamadık.”

Yazısının başlığının “Maazallah O Silah Çekilseydi” olduğu da hatırlanırsa, Özkök’ün çok korktuğu anlaşılıyor. Hak vermemek elde değil hele, hangi açıdan ya da nereden baktığı akla getirildiğinde…

“İç savaş” diyebilmek için ateşli silahların kullanılmasını beklemek gerekmediği bilinmekle birlikte, adlandırma konusunda ilkokul çocuklarını rahatlatabilecek o durumun da herhangi bir yakın zamanda şaşırtıcı olmayacağını ve bunu önlemek için elde kalan bir iki çareden birinin, Özkök’ün yaptığı gibi, Allah’a yalvarmak olduğunu teslim etmekte sakınca görünmüyor. Yalnız, yanlış anlaşılmaması için vurgulamakta yarar var, son değil, son olarak kalmış bir iki çareden biri. “Allah korusun” diye dua etmenin bunlar arasında olduğuna katılıyorum ama, öteki çarelerin neler olabileceği ucu bucağı gelmez spekülasyonlara açıktır.

O yüzden, geçelim. Zaten bizim işimiz değildir.

Bununla birlikte, bizim işimiz olan bir tartışmaya, bir parça olsun girebiliriz.

Fatih, değindiğim yazısında, “iç savaş” adlandırmasını yaptıktan sonra, bu savaşın taraflarını belirlemeyi deniyor. Şöyle yazıyor:

“Bu bir iç savaştır ama tarafları iddia edildiği üzere Türkiye’yi sivilleştirmeyi amaçlayan özgürlükçü muhafazakârlarla buna direnen Kemalist/ceberrut devlet değildir.”

Güzel. Hem güzel hem de şaşırtıcı olmaktan uzak çünkü, yazarının umut veren iki özelliğine en başta değinmiştik.

Sonra devam ediyor ve tarafları yazıyor:

“Bir tarafta AKP/cemaat ile askerin kurmay kademesinden oluşan ve Amerikancılık/Atlantikçilik üst kimliğinde mutabakata varan, üstelik sermaye tarafından da desteklenen bir blok, yani devlet aygıtının tamamı vardır. Öte yanda ise 90’ların sonunda şekillenen neo-Kemalist paradigmayı sahiplenen, Türkiye’yi Avrasyacılık doğrultusunda Atlantik/NATO ekseninin dışına taşımayı söylemsel düzeyde de olsa amaçlayan ve devlet aygıtı içinde sahip olduğu mevzileri neredeyse bütünüyle yitirmiş asker ve sivil bürokratlarla yargının bir bölümünden müteşekkil bir blok bulunmaktadır.”

Burada itiraz edilecek yanlar bulunduğunu düşünüyorum. Hayır, “neo-Kemalist paradigma” türü adlandırmalar ve bunun oluşumuna ilişkin dönemsel yakıştırmalar değil, ona da işaret edilebilir ama, daha önemlisi şu: Tarafları böyle anlattığımızda, iki sakıncanın ortaya çıktığını sanıyorum. Birincisi, tarafları bu biçimde tanımlanan bir savaşa girişmeye bile değmez, neredeyse. Başka türlü söyler ve biraz da abartırsak, bu taraflar arasındaki bir savaş, üç beş günde sonuçlanır çünkü, dile getirilen taraflar arasında çok belirgin bir güç dengesizliği var. Yukarıda alıntılanmış satırlardaki yazılış sırasına göre bu taraflardan ilki, ikincisini kısa sürede silip süpürür. Oysa, gerçekte öyle olmadığını görebiliyoruz. Dolayısıyla, tarafları oluşturanları yeniden yazmak ve bu sırada, muhtemelen, ilkinden ikinci tarafa bazı aktarmalar yapmak, ikinci tarafın kapsadıklarının da biraz daha ayrıntılı bir dökümünü çıkarmak yararlı olabilir.

İkinci bir sakınca ise şurada: Epeydir, aşağı yukarı 2008 yılının ortalarından beri sözünü ettiğim koalisyon yahut “büyük koalisyon” yakıştırmasının, hâlâ geçerliliğini koruduğuna inanıyorum. Hemen her türlü koalisyonun özelliğidir: Paldır küldür düşmedikçe ya da sona erdiği açıkça ilan edilmedikçe, başka bir anlatımla, taraflar için başka bir yol bulunmadıkça, koalisyonlar sürer. Kavgalı dövüşlü, gürültülü patırtılı da olsa, sürer. Zaten, öyle görünmese, sessiz sedasız, güllük gülistanlık sürüyor görünse de bir koalisyonda sürtüşme, çekişme, hatta itiş kakış olmamış olmaz. Çözülüşe ya da çöküşe yaklaştıkça, taraflar arasında bu çekişmeler daha gözle görülür duruma gelir o arada, tarafların içinde koalisyonu devam ettirme ve bitirme yanlıları ortaya çıkar bunlar arasında da gizli ve açık kavgalar olur. Son zamanlarda olup bitenlere ve olup da hâlâ bitmeyenlere bu gözle bakmanın daha açıklayıcı olduğu kanısındayım. Yukarıdaki gibi bir “iki taraf” tanımlamasının ise bu tür bir bakışı güçleştireceğini sanıyorum.

Yaşadığımız şu son günlerde koalisyonun yeni bir iç savaşa doğru çözülüşü sürecinin iyice hızlandığını ileri sürmek mümkündür. Buradan, iç savaş teriminin yazılıp söylenmesini “sokaktaki insan”ın bile yadırgamayacağı ateşli silahların da kullanıldığı bir aşamaya ulaşılması, şaşırtıcı sayılmaz. Ama, öyle bir aşamaya varması ya da varmaması durumlarında birtakım farklılıklar ortaya çıkması doğal olsa bile, bu sürecin sonunda “daha Cumhuriyetçi, daha bağımsızlıkçı, daha sol Kemalist” bir orduya ve/veya komuta kademesine ulaşılacağı beklentisi yahut tahmini, bana çok iyimser görünüyor.