Kendine gelme zamanı

Tamam, az buz uzun dönem değildir, en başında doğan çocuklar şimdi boyumuzla bir oldular, okuyup yazar, olmadık sorular sorar oldular.

Bütün o çok uzun süre boyunca, kulakları çınlasın bizim Osman Çutsay’ın deyişiyle, bu “tüccar imamlar”ın aralıksız hükümette kalışları, onları başlangıçta hiç sahip olamadıkları bir iktidara kavuşturdu. Bu da bizi, biz emekçileri yerle yeksan etti, darmaduman etti, sefil perişan etti, işte daha neler etti, ne desek azdır.

Bunun sonunda, onların şöyle bir yarım yamalak sendelemeleri bile, bizim şu kadar ya da bu kadar, ama en hafif hırpalanmış olanımızı bile öyle böyle değil, düpedüz serseme çeviriyor. Doğal sayılabilir; ama orada kalmıyor.  Bu öyle bir pembe hayaller dünyası ve onun içinde, yanında, yöresinde öyle bir serseme dönüş ki, en aklı başında, en görmüş geçirmiş olanlarımız bile anlatılması da inanılması da güç bir akıntıya mı kapıldık nedir…

Kimimizde şu bin bir türlü parmak atılmış seçimlerle sonuçlarının ciddiye alınarak yapılmış gerçekten şaşırtıcı iyimserlikte yorumları, kimimizde sayım sonuçlarının da ötesinde “makus talihimiz”in nihayet yıkılışına ilişkin beklentiler, kimimizde her ikisi birden…

Kimilerimizde şöylesi, kimilerimizde böylesi, ama hepimizde olmasa da basbayağı çoğumuzda bir şenlik şadımanlık ki, sormayın gitsin!

Gören, duyan da devrim olmuş sanır!

Hele bir koalisyon görüşmeleri ve türlü çeşitli pazarlıklar “start alsın”, bu dilimize benzersiz katkıyı da yazımıza geçirmişiz ki, ne demeli, pes, işte asıl eğlence o zaman başlayacak. Ölmez sağ kalırsak, gülmekten ölmezsek demek istiyorum, bir de, güneyimize doğru ve güneyimizden doğru ortaya çıkacak musibetler gelip her birimizi bulmazsa, bir de, iş ve ekmek gailesinden başımızı alabilirsek, bir de, ne bileyim, hiç peşimizi bırakmayan kötü talihimiz lütfedip izin verirse, cümbüşün bini bir para…

Olacak…

Hani, olmaya da bilir, olma olasılığı pek yüksek görünmüyor; çünkü, işte daha yazarken belli, bir yığın koşula bağlı, o olursa, bu olmazsa, şu şöyle olurken öbürü de böyle olursa… Demek, pek de keyifli eğlenceli günler bekliyor sayılmaz bizleri…

Zaten, bu dünyada, bizim türümüzün payına keyfin, eğlencenin, hoşluğun, güzelliğin düştüğü nerde görülmüş! Öteki dünyada bunların olduğu söyleniyor söylenmesine de  onu da görüp yaşadıktan sonra bir anlatan olmamış. Bu durumda, ya önü arkası, başı sonu olmayan sıkıntıya, baskıya, eziyete razı olacağız, ya da kendi dünyamızı kuracağız, başka çare yok sanki.

İşin kötüsü mü demeli, yoksa işin gerçeği mi, o da pek kolay görünmüyor.

Kolay görünmüyor; çünkü, kendi ellerimizle ve anlatılması bile çok zor uğraşlar sonunda yapıp ettiklerimizi, kurup yükselttiklerimizi bir çırpıda denebilecek bir hızla yıkıp çökertmekte ya da yıkılıp çökertilmesi karşısında etkisiz kalmakta şaşılası bir beceri sergiliyoruz. Yaptıklarımızı berhava ya da, biraz daha insaflı konuşursak, berbat ettikten sonra da yeniden başlayarak kurup geliştirmek, çoğu kez, öncekinden daha fazla zahmete katlanmayı ve daha gelişkin bir kafa ve kol emeğini gerektiriyor. Doğal olarak, her ikisi de, hem daha gelişkin emek hem de bunun daha engel tanımaz biçimde harekete geçirilmesi, kolay kolay gerçekleşmiyor.

Biraz daha somutlaştırmam gerekirse, şimdilik, şu kadarını yapabilirim; şimdilik diyorum, çünkü şu anda daha ileri düzeyde bir açıklığa ulaşabilmiş değilim:

Emekçi insanlık, kurucu babalarının kendilerini daha önceki ve o sıradaki benzerlerinden ayırt etmek için kullandıkları niteleme ile “bilimsel” sosyalizme, kuşkusuz yüzyılların birikiminin sonucu olmakla birlikte, on dokuzuncu yüzyılın bir ürünü olarak ulaştı ve bu ürün proletarya denilen sınıfın adına yazıldı; öyle olduğu ileri sürüldü dersek, çok nesnel davranmış ve bu tür kaygıları da tatmin etmiş oluruz belki. Ama bu sınıf, Paris proletaryasının ancak yetmiş gün sürmüş zaferini saymazsak, aynı yüzyılda hiç iktidar olamadı. Bu sınıfın birçok coğrafyada art arda denebilecek bir sıklıkla gelen iktidarları bir sonraki yüzyılda ortaya çıktı. Bunların ilki ve en önemlisi olan “Ekim Devrimi” öncesinde, sırasında ve sonrasında, proletarya ya da, aynı nesnellik düşkünleri için onun adına hareket ettiklerini ileri sürenler de denebilir, önceki yüzyılın ürünü olarak ortaya çıkmış sosyalist düşüncede ve onun yol göstericiliğindeki eylemde, temelli sayılabilecek değişiklikler ve/veya geliştirmeler yaptılar. Bunları yapanlar, yaptıklarının kurucu babalara isyan değil onların izinden gitme olduğunu söylerken, içlerinden ve dışlarından pek çok başkaları ise yapılanların tam bir aykırılık ve reddiye olduğunu ileri sürdüler. İktidar yürüyüşüne çıkmış olan ve öyle yapmadan bu adlandırmayı hak edemeyeceklerinden kuşku duymayan devrimciler, bu eleştirilere ve küçümsemelere kulak asmadan işlerine baktılar. Sonunda, geçen yüzyıl, birçok değer verilebilir tarihçinin de saptadığı gibi, “sosyalizm yüzyılı” olarak kayıtlara geçti; ama bitişi öyle olmadı. Bu sosyalizm, ne yandaşlarının ne de karşıtlarının öngörebildiği bir biçimde ve hızda, çözülüp gitti. İçinde bulunduğumuz yüzyıldaki mümkün ve muhtemel sosyalist iktidarların ve onları izleyecek kuruluş süreçlerinin var olabilme şansı da, yine, tıkanmış damarları açabilecek çözümleri bulmakla mümkün olabilir. Bunun için doğru soruları doğru biçimde formüle etmek, bunlara ilişkin tutarlı çözümlemeleri yapabilmek ve sonunda geçerli çözümlere ulaşmak şarttır.       

Ne bugün ne başka zaman, pembe hayaller de kapkara tablolar da kimseyi bir yere götürmez. Onları bir yana atıp işlerimizin başına dönmek durumundayız. İşlerimiz arasında ve başında, sık sık bir tür büyü gibi tekrarlayıp durduğumuz örgütlenme var kuşkusuz. Bunu, bu yöndeki çabaları, önceki cümlenin rahatsız edici alaycılığını haksız çıkaracak bir ustalıkla yapmanın, örgütlerimizi sağlamlaştırıp yaygınlaştırmaktan, onlara yıkılmaz bir dayanıklılık kazandırmaktan ve bilmediğim için burada yazamadığım birtakım ayrıntılardan geçtiği ortada.

Ama, en az bunun kadar önemli olan, tıpkı geçen yüzyılın proletarya iktidarlarını gerçekleştirmiş devrimcilerin yaptığı gibi, onsuz devrimci eylemin olmayacağı ta o zaman saptanmış bulunan devrimci teoriyi geliştirme zorunluluğudur. Bunu yapabilmenin iki önkoşulu var: Birincisi, yüz yıl önceki devrimciler kadar sadık olmak; ikincisi, onlar kadar yaratıcı ve cesur davranabilmek.

Bunun tevazu ile, alçak gönüllülük ile bir ilgisi yok; daha doğrusu, bu tür iddiaları ortaya atıp onların gereğini yapmanın, hep gerekli olduğu düşünülen tevazu ile bağdaşmayacağını söylemenin yerinde  olduğunu hiç sanmıyorum. Ayrıca, sözlüklere bakılırsa, mutevazı olmanın, bir de, iddiasız, gösterişsiz olma gibi bir anlamı vardır.

İddiasız devrim ve devrimci olur mu?