Kendi büyüklerinden habersizler

Cumhuriyet Devriminin izinden gittiklerini, bu kadar olmasa bile, çünkü burada devrim mevrim gibi ürkütücü laflar var, cumhuriyetçi, cumhuriyetin bekçisi neyim olduklarını ileri sürenlerin sayısı hiç de az değil. Bir yandan böyle iddialarda bulunup bir yandan da düpedüz gerici söylem ve eylemleri yineleyip duranlar için iki küçük hatırlatma yapılacak bu yazıda. 

“Kendi büyükleri” derken bir haksızlığa, bir yanlışlığa, bir kadirbilmezliğe çanak tutuyor değiliz. Değiliz; çünkü, Cumhuriyet Devrimimizin büyükleri arasında haklı olarak birtakım ayrıştırmalar, sınıflandırmalar, yakınlaştırıp uzaklaştırmalar yapmamız, onların bizim de büyüklerimiz oldukları gerçeğini kabullenmediğimiz anlamına gelmez. Gelmez gelmesine de öyle anlaşılması mümkündür. Oysa, o insanları Cumhuriyet Devrimimize katkıları ile büyüklerimiz arasında saydığımızı, devrimin ilerlemesini engellemeleri ya da saptırmaları ölçüsünde iyilikle anmadığımızı söyleyip durmuşuzdur.

İki hatırlatma dediğim, devrimin büyüklerinden ikincisiyle, Şevket Süreyya Aydemir’in genel kabul görmüş yakıştırmasına göndermede bulunursak, “İkinci Adam” ile ilgili. İsmet Paşa’nın, ömrünün sonlarına doğru, sosyalizmin ürkütücü yayılışına karşı “ortanın solu” politikasını ortaya attığı, artık epeyce ete kemiğe bürünmüş kapitalist düzen açısından makbul ya da tehlikesiz bir “sol” için öyle bir sınır çizdiği bilinir. Sonradan, hem yetiştirmesi hem sahneden silicisi Ecevit tarafından bu çizginin geliştirildiği ve git gide sıradan denebilecek bir antikomünizme evriltildiği de bilinenler arasındadır.

Bugünkü sürdürücülerinin söylem ve eylemlerinin mezarında rahat vermediğini düşünebileceğimiz İsmet Paşa ile ilgili ilk “anekdot”, sanıyorum, pek yaygınlık kazanmamıştır. Kaynağı için de “anonim” diyebilirim. Bununla birlikte, anonimliği bir ölçüde ortadan kaldırabilmek bakımından, kendi kaynağımı betimlemekte sakınca yok.

Kendi kaynağım dediğim, benim bu olayı ilk kez dinlediğim kişi. Kara Harp Okulu komutanı albay Talat Aydemir’in 1962 ve 63 yıllarında iki kez üst üste kalkıştığı ve ikincisinde kendisiyle birlikte bir yakın arkadaşının idam edildikleri darbe girişimlerinin ikincisinde, ilkinde affedilen Harp Okulu öğrencileri okuldan atılmışlardı. Yine de, o zaman başbakan olan İsmet İnönü’nün talimatı ile bu öğrenciler, çeşitli üniversite ve yüksek okullara yerleştirilmişlerdi.

Benim kaynağım dediğim, onlardan biriydi; uzun süre aynı işyerinde birlikte çalıştık. Aslında hukuk fakültesine yerleştirilmiş, orası pek sarmamış ve yoksul aile çocuğu olduğu için çeşitli işlere girip çıkmıştı. O işlerden biri de gazete muhabirliği idi. Şimdi anlatacağım olayı ondan birçok kez dinlemişimdir. Ancak, bunun doğrudan kendisinin yaşadığı mı yoksa başka gazetecilerden dinlediği bir olay mı olduğunu şu anda hatırlamıyorum.

Siyaset erbabının bugünküler kadar sık ve kaygı verici olmasa da günlük konuşmalarında dinsel söylemlere yer vermeye başladıkları bir zamanda, kendisinin son olarak başbakanlık yaptığı sıralarda, az önce sözünü ettiğimiz altmışlı yılların ilk yarısı olmalı, gazeteciler bir toplantı çıkışında Paşa’nın çevresini sarmışlar, söyleşiyor ve sorularla sıkıştırıyorlar. Bir ara, içlerinde biri, “Paşam, sizin için Allah’ın adını anmaz diyorlar. Ne dersiniz?”. Paşa duymazlıktan gelip başka soruları yanıtlamayı tercih ettikçe, bugünlerde benzerine hiç rastlanmayacak ısrarcı ve cesur muhabir aynı soruyu bir iki kez daha yineliyor; sonunda Paşa şöyle bir duraklıyor ve “Hadi Alasmaladık!” diyerek uzaklaşıyor. Ama bu vedalaşma sözünün kitabi biçimiyle “Allaha ısmarladık” değil, günlük dildeki söylenişiyle “Alasmaladık”…

Bugünlerin sahte cumhuriyet savunucuları için herhangi bir anlam taşıyıp taşımayacağı pek şüpheli olmakla birlikte, ikinci bir anekdot daha. Bunu birçok yazılı kaynakta bulmak mümkündür.

O olaydan yaklaşık 30-35 yıl önceki İsmet Paşa, 1 Kasım 1928 tarihinde yeni harflerle ilgili yasanın yürürlüğe girişinin ardından, herhalde hemen sonra başlayıp epeyce devam etmek üzere, başbakan olarak başkanlık ettiği bakanlar kurulu toplantılarında, masanın çevresine dizilmiş oturan bakanları gözlermiş. Gözleme nedeni şu: Her birinin önünde birtakım boş kâğıtlar ya da defterler olan bakanlar söz alıp konuşan öteki bakanları dinlerken notlar alıyorlar. Paşa bunların önlerindeki kâğıtlara not alırken hangi alfabeyi kullandıklarına bakarmış. Öyle ya, her ne kadar yeni yazıyı öğrenmiş ya da hemen hemen öğrenmiş olsalar da, okuryazar olduklarından beri yıllardır alıştıkları eski yazı kolaylarına geldiği için, onu kullananlar olurmuş. Paşa, bu dalgacılardan görüş mesafesine girenleri hemen yakalar ve yanında kim oturuyorsa onu dürterek ve bu dürtmelerin art arda hedefe kadar ulaşmasını sağlayarak gerekli uyarıyı yapmayı hiç ihmal etmezmiş. Toplantı bitiminde yırtılıp atılacak notlar alt tarafı, diye düşünmezmiş anlaşılan. Yaptıkları işe inananların aman vermez takipçiliği denebilir buna. 

Bugünküler olsa, ne derlerdi? Bırakın efendim, adam en iyi, en kolay, en rahat nasıl yazıyorsa öyle yazsın! Aşağı yukarı buna benzerdi diyecekleri.

Her neyse, böyle işe yarama olasılığı çok düşük yazılar yazmaktan gına geldi. Umarım bu son olur.