İşte Demokrasi!

Son günlerde yaşadıklarımıza, tanık olduklarımıza bakarak üç beş fotoğraf çekmeye çalışalım. O arada, geçmişe ilişkin, dolayısıyla şimdi bizim tarafımızdan çekilmemiş fotoğraflardan da yararlanalım. Fotoğraflar ne kadar yansız olabilirse o kadar da yansız olmaya çalışalım. Ancak, eninde sonunda, bunlar sözcüklerle çekilmiş fotoğraflar yahut baskısı sözcükler kullanılarak yapılmış fotoğraflar olacağı için, yansızlık da kullanılan sözcüklerin yansızlığı kadar olabilecek. Her sözcüğün bir tarihi ve o tarih boyunca kazandığı öfke, hüzün, isyan, çaresizlik birikimleri vardır çünkü. Öylesi birikimler yansızlıktı, nesnellikti türünden kaygıları karşılamaktan uzaklaştırır onları.

* * *

“Kuvvetler ayrılığı”nı ya da bunun özgürlüklerin korunmasında bir ilke düzeyine yükseltilmesini Montesquieu ile, demek 18. yüzyılın ortasında başlatmakta herhalde büyük bir sakınca yoktur. Yasama, yürütme ve yargı diye adlandırılan bu kuvvetler birbirinden ayrı ve bağımsız olursa, özgürlük ya da buna çoğul eki ekleyerek soyutluktan kurtardığımızda anlatmak istediklerimiz en iyi korunmuş, en çok güvenceye alınmış olur. Kabaca ve en kısa böyle anlatılabilir.

Dilimizde “güçler ayrılığı” ya da “erkler ayrılığı” diye de anılan bu ilkenin şu anda ülkemizde yürürlükte olan Anayasa tarafından da geçerli sayıldığı ve bütün devlet düzeninin bu ilke üzerine kurulu olduğu önermesinin kabul gördüğü biliniyor. Peki, bütün bunlar ne ölçüde gerçek dünya ile uyum içinde, söylenenler ve ön kabuller gerçek hayatta bir anlam taşıyor mu? Tamam, muhalefet milletvekilleri hâlâ kalkıp konuşabiliyorlar, soruşturmaydı, gensoruydu “denetim” işlevine ilişkin birtakım işlemler yapabiliyorlar da, örnek olsun, herhangi bir yasa tasarısının, bırakalım muhalefeti, hükümet patisinden bir yahut bir grup milletvekili tarafından gündeme getirilip kabul edilmesi söz konusu olabiliyor mu? Bunun tek bir örneğine rastlayabilmek için kaç yıl beklemek gerekiyor? Yanlış yapar mıyız kuşkusuyla ihtiyatlı davranmayı bırakıp dosdoğru sorarsak, bunun kaç tane örneği var, hiç örneği var mı?

Çok uzun bir süredir, yasama ile yürütme “kuvvetleri”nin ayrılığı konusunda insan aklına ve haysiyetine aykırı bir ikiyüzlülük içinde olduğumuz kesindir. Bu cümleyi biraz daha doğrulatarak yazabiliriz: Demokrasi tarihimizde bu iki kuvvetin birbirinden ayrı ve bağımsız olduğu hiç görülmemiştir sadece, o da çok zorlayarak, bağımlılık ve teklik açısından bir derece farkından söz edilebilir. Çok seyrek ortaya çıkan aşırı parçalı meclis bileşimlerindeki cilveleri ihmal edersek, yürütmenin şu ya da bu ölçüde güdümüne alamadığı ve bağımsız olarak yasa yapan, o arada yürütme üzerindeki bağımsız denetim gücünü kullanan bir yasama organına tanık olunmamıştır. Hele, daha öncesi de aşağı kalmaz ama onu boş verelim, hâlâ yürürlükteki 12 Eylül demokrasisi bunun üzerine kuruludur zaten. Bu demokrasi, kuşkusuz bu da bir demokrasidir ve ötekilerden birçok farkı olmakla birlikte özü bakımından aynıdır, önce halkımızın deyişiyle “beşi bir yerde”nin iradesi ile işlemiştir şimdi de yedi sekiz yıldır yaşamakta olduğumuz büyük koalisyon döneminde “ikisi ya da üçü bir yerde”nin iradesi dışında iş görememektedir.

Eskiden, siyaset, siyasi düşünce, anayasa türünden başlıklar taşıyan derslerde üniversite hocaları öğrencilerine seçim yasaları ile siyasi partiler yasalarının anayasalardan daha önemli olduğunu anlatırlardı. Seçmen yurttaşların yaklaşık yarısının oylarının yok sayıldığı bir seçim sonucu ile mecliste büyük bir oy gücü elde ederek iktidara gelen AkP, birkaç ay sonra yasaları çiğneyen bir operasyonla ve Baykal’ın aymazlığı tartışma götürmez desteğiyle genel başkanını da meclise sokmuş, kendisini bugünkü durumuna getiren pek çok adımı atabilmişti. O ilk dönemden sonra, 2007 yazındaki “üçü bir yerde”nin iradesiyle seçilmiş milletvekillerinin onaylanması formalitesinden başka anlamı olmayan seçimlerde de olağanüstü bir meclis çoğunluğu elde etmişti. Bu arada, o seçimler öncesinde haklı olarak üzerine gidilip çarçabuk peşi bırakılan seçim hileleri sorununun önümüzdeki seçimlerde de geçerli olabileceğini şimdiden gündeme getiren ve geçenlerde duyurulan TKP açıklamasının önemini geçerken de olsa vurgulamak şarttır.

Üçüncü kuvvet olan yargıya gelince, onun tekleştiğini kabul etmek zorunda olduğumuz ilk ikisinden ayrı ve bağımsız çalışabildiğini söyleyen hâlâ varsa, onlar için fotoğraf çekme zahmetine bile değmez.

* * *

Bir de, “dördüncü kuvvet” olduğu söylenegelmiş basın var elbette. O da makine, taşıt, madencilik yahut bankacılık türünden iktisadi sektörlerden biridir ve kuşkusuz kapitalist ekonominin en önemli kesimleri arasındadır. Dolayısıyla, onun da patronları vardır ve başbakanın daha iki gün önce ayar verdiği gibi o patronlar da ücretlerini ödedikleri yazarlarını denetlemek, yine başbakanın hatırlatmasıyla “eğer ekonomik kriz kurbanı olmak istemiyorlarsa”, gerektiğinde o yazarlarını kapının önüne koymak zorundadırlar.

Sözü uzatmadan küçük bir hatırlatma: “Basın özgürlüğü, ‘saf demokrasi’nin belli başlı ilkelerinden biridir. İşçiler bilirler ve bütün ülkelerin sosyalistleri de yüzlerce, binlerce kez görüp anlamışlardır ki, bu özgürlük bir yalandır. En iyi basımevleri ve en önemli kâğıt depoları kapitalistlerin elinde bulundukça, sermayenin basın üstündeki egemenliği, bütün dünyada, hatta örneğin demokrasinin ve cumhuriyetin en çok geliştiği Amerika’da bile en göze batacak, en haşin, en hayasız biçimde sürdükçe, basın özgürlüğü olamaz. Emekçi halka, işçilere ve köylülere gerçek eşitliği ve demokrasiyi kazandırabilmek için, ilk önce, sermayenin elinden yazarları ücretle tutup çalıştırma, yayınevlerini satın alma ve gazetelerin ahlakını bozma imkânının alınması gereklidir. Bunun için de sermayenin egemenliğini yıkmak, sömürücüleri devirmek, bunların dirençlerini kırmak şarttır. Zenginlerin zengin olmak özgürlüğüne, işçilerin açlıktan ölmek özgürlüğüne kapitalistler her zaman ‘özgürlük’ adını vermişlerdir. Basının zenginler tarafından satın alınması özgürlüğüne, zenginliği kamuoyu denilen şeye istenilen biçimi vermekte ve bu şeyi bozmakta kullanma özgürlüğüne kapitalistler basın özgürlüğü derler.”

Bu klasikleşmiş satırlar, Ulyanovgillerden Lenin adıyla bilinen büyük devrimci tarafından yazıldığında, bizim Kemal Paşa’nın Samsun’a doğru yola çıkmasına daha iki ay vardı.

* * *

Bir iki fotoğraf karesi de itilip kakılmaya devam edilen askerlerden verelim mi?

Milliyet gazetesinin 26 Şubat günlü manşeti şöyleydi: “Üstler serbest, astlar tutuklu”. Aynı gün en hükümet yanlısı gazetelerden birinde ise şu başlık vardı: “Or’lar hukuku”.

Ertesi gün, Hürriyet gazetesinin “Deniz Kuvvetleri eski Komutanı emekli Oramiral Özden Örnek, tutuklanmayı beklerken serbest bırakılınca değişik duygular yaşadı.” başlıklı haberinde ise şunları okuduk: “Kuvvet komutanlarının serbest kalması, tutuklanmak üzere mahkemeye sevk edilen subaylar arasında gerginlik yarattı. Örnek, savcılık sorgusuna girmeden önce yanında bulunan avukatlara tutuklanacağına yönelik kanaatini, ‘Benim amirallerim tutuklanıyor. Ben nasıl serbest kalacağım ki’ sözleriyle aktardı. Görgü tanıkları, Örnek’in serbest kalma kararına sevinemediğini ve amirallerin tutuklanması ile ilgili üzüntüsünü paylaştığını belirtti.”

* * *

Aynı günlerde, direnişçi Tekel işçisi Hamdullah, sabah namazı vaktinde Ankara’nın Mithat Paşa Caddesinde bir cipin altında kalarak öldü.

Başbakan Erdoğan yaptığı konuşmada bu üzücü olaya da değinerek hayatını kaybeden işçi için “Allah’tan rahmet” diledi.

Aşağı yukarı aynı saatlerde, arkadaşlarının cenazesini almak üzere Adli Tıp önünde bekleyen işçiler, bu istekleri yerine getirilmeyerek başbakanın güvenlik kuvvetleri tarafından coplanarak dağıtıldılar.

* * *

Bunlar demokrasinin var olduğu ve egemenlerin o demokrasiyi uzlaşarak ya da çatışarak geliştirme çabası içinde bulundukları bir ülkede gerçekleşiyor. Başbakanın 26 Şubat Cuma günü partisinin il başkanlarının ve daha önemlisi onlarca televizyon kamerasının karşısında söylediği sözleri aynen aktarırsak “bu yaşananlar ileri demokrasinin ayak sesleridir”. Nereden nereye, demokrasi dedikleri işte böyle dinamik, aynı anlama gelmek üzere, oynak bir “şey”dir. “İleri demokrasi” 30-40 yıl önce sosyalizmi ertelemeyi başlıca hedef sayan solcuların söylemiydi, şimdi Tayyip Erdoğan tarafından devralınmıştır.

Yukarıda verilebilenler, olup bitenlerin ve bitmeden olmaya devam edenlerin çok rasgele, çok yetersiz örnekleri sadece. Bu ülkedeki ve her ülkedeki demokraside bunları büsbütün sıradanlaştıran, basbayağı masum hale getiren pek çok başka olay hemen her gün ortaya çıkıyor. İnsanlık tarihinin kaydettiği en gerici, en çürümüş sınıf unvanını çoktan ele geçirmiş bulunan sermaye sınıfının yarattığı ve kendi ürünü olmayan öteki efsaneyle, din ile birlikte hükmünü sürdürmekte kullandığı efsane olan demokrasi, en uzun yaşamış ve en bilge insanın bile ne görebileceği ne de tahmin edebileceği çeşitlilikteki kepazelikleri üretmeye devam ediyor. Bu üretim yeteneği, onun varlığını sürdürmesinin olmazsa olmaz koşuludur.

İsteyen bu demokrasiden yana olur, onu savunur, her nasıl oluyorsa ona uygun davranmayı bir erdem konumuna yükselterek buna “demokratlık” yaftasıyla bir dokunulmazlık verir isteyen bu demokratlardan tiksinir, kendisine “senin gibi demokrat bir insandan bunu beklerdik ya da beklemezdik” türü övgü yahut eleştiriler yöneltenlere “ben de seni demokrat ederim” diye mukabil küfrü yapıştırır.

Bu bir seçim sorunudur.

Ancak, bu seçimi ikincilerden yana yapmadan sosyalist olunmaz. Haydi o kadar acımasızlık etmeyelim ve benim çeyrek yüzyıl kadar önce, demek enikonu genç bir insanken kızgınlıkla dile getirdiğim sözden hareketle söyleyelim, olsa olsa, “aklını demokrasiyle bozmuş” sosyalist olunur.