İşte Bunlar Olmazdı...

Herhalde fazla değildir. Ekim Devrimi'nin doksanıncı yılında onunla ilgili olarak konuşulanların fazla olduğunu, tadını kaçırdığını, bıktırdığını söylemek herhalde mümkün değildir. Tam tersine, ne kadar az şey konuşuldu, yazılıp çizildi demek daha doğrudur.

Oysa, Ekim'in ülkesinde olup bitenlerle ilgili olarak haber yapılan ne varsa bu yazının başlığını hatırlatıyor oralarda sosyalizm hükmünü sürdürüyor olsaydı, bu ya da bu türden olaylar ortaya çıkmazdı, diyoruz. Tarafını açıkça ortaya koymuş olanlar değil sadece, insanlığını koruyanlar da, yahut halkımızın eziklik taşıyan deyişiyle, "insaniyet namına" konuşanlar da öyle diyorlar.

Ekim'in ülkesinde olup bitenlere bu gözle bakmanızı öneriyorum. İstisnasız ne olup bitiyorsa, hepsine... Elbette, başkalarına ulaşmanız imkânsız ya da çok güç olacağı için, bunlardan ilgiye ya da haber yapılmaya değer bulunup medya organlarına yansıtılanlara, demek istiyorum. Bunların büyük ölçüde çarpıtılarak "haber değeri" taşıma mertebesine yükseltildiklerini, bu mertebeye ulaşanların da binbir türlü süzgeçten geçirilerek bize aktarıldıklarını bilmemiz, bunlar üzerinde durmamızı, bunlardan hareketle anlamlı sonuçlara varmamızı engellemiyor.

O ülkede bir yerde, bir ortodoks tarikatının mensupları, ilkbaharda "kıyamet"in kopacağını söyleyerek, buna inanarak, bunu inanç sistemlerinin kendilerine açık seçik gösterdiğini ileri sürerek ve cümbür cemaat bir yer altı korunağına sığınmışlar. Bizdeki farklı dinin tarikatları da benzer gerekçelerle, benzer davranışlarda bulunurlar. Birkaç ayrıntı da şöyle: Bir, yanlarında dört de çocuk bulunuyor. Bir ikincisi, tarikat şefi onlara katılmamış çünkü, zat-ı alilerinin "yapılacak daha önemli işleri" bulunmakta imiş. Haberde şöyle bir ek bilgi de var: Yetkililer, bu duruma son vermek için çeşitli yollar üzerinde duruyorlarmış ve bunlar arasında tarikat mensuplarını sığındıkları yerden çıkartacak, ama onların sağlığının büyük çapta zarar görmesine yol açmayacak bir bomba atmak da bulunuyormuş. Bu bize İstanbul'un valisini hatırlatıyor şu bir insanın başı nasıl bu kadar omuzlarının arasına gömülmüş olabilir ve bir insan nasıl kendi ana dilini bu kadar büyük bir güçlük ve anlaşılmazlıkla konuşabilir sorularını aklıma düşüren vazgeçilmez bürokratı... Onun 1 Mayıs 2007'de emekçilere karşı fütursuzca ve elini korkak alıştırmamış bir cömertlikle harcadığı gazları...

Hep aklıma geliyor işte ve her defasında, bizim ne kadar eli yavaş olduğumuzu hatırlayarak, kendisine uzun ömürler diliyorum.

Aslında, bunun konumuzla pek bir ilgisi yok. Biz kuşkusuz o ortodoks tarikatçılar gibi zavallı değiliz ve Rus yetkililer de o zavallılara karşı o kadar gaddar olamazlar. Ayrıca, haksızlık etmeyelim, bizim seçkin yöneticimiz de karşısında biz olmasaydık, bırakalım gaddarlığı, şefkatin ne olduğunu göstermek için elinden geleni ardına koymazdı.

Biraz daha eski bir haber: Karadeniz'in en kuzeyinde bir yerde, bir tanker tonlarca petrolü taşırken, coşkun dalgaların çarpmasıyla ortadan ikiye bölündü ve binlerce ton petrol denize yayıldı. Sayısız kuş ve balık öldü. Bizim Karadenizli balıkçılardan duyduğum kadarıyla, bu yıl kalkan çıkması çok zormuş. Birçok haberde, yıkıcı etkinin bu kadarla sınırlı kalmayacağı belirtiliyor. En önemli haber ise şu: O gemi, Sovyetler döneminde nehir taşımacılığı için inşa edilmiş bir gemiymiş, dolayısıyla Karadeniz'in azgın dalgalarına dayanamamış. Kim olsa, demek ki yeniyetme ve müthiş girişim ruhu ile dolu Rus kapitalistleri o gemiyi üçbeş kuruşa, belki de üste para alarak kapatmış ve aynı müthiş girişim gücüyle bir görev değişikliği yaparak deniz taşımacılığında kullanmaya başlamışlar, diye düşünmez mi? Yoksa, ben mi münafıklık yapıyor ve kapitalizmin muhteşem dönüştürücü gücünü görmemekte ısrar ediyorum.

Ama, hemen izleyen günlerde, Karadeniz'in, bu kez de güneyindeki uyanık kapitalistlerin girişim güçlerini dinlemeyen azgınlığına ilişkin bir olay daha çıkıyor karşımıza: Daha bu yılın Nisan ayında büyük tantanayla açılışı yapılan Karadeniz sahil yolunun bazı bölümleri dalgalara dayanamayarak kullanılamaz duruma gelmiş. KTÜ'den ulaştırma uzmanı olduğu belirtilen bir profesör ise şunları açıklamış: "Biz böyle olacağını çok önceden söylemiştik. Karadeniz'le şaka olmaz, bu yol yanlıştır, demiştik. Karadeniz yıkarsa biz onarırız diye iş yapmak, sadece onarım müteahhitlerinize sonu gelmez bir ihale kapısı açmaya yarar. Bu yolun onarım masraflarına dayanılamaz."

Kuzey komşumuzla aynı kaderi mi paylaşıyoruz yoksa? Belki de. Yalnız, burada, bir zamanlar ezber ettiğimiz "tarihin hep ileriye dönen tekerleği"nin bu kez geri döndüğünü de eklemekte yarar olabilir. Başlangıçta, 80-90 yıl önce, birbirimizi ileriye, iyiye doğru itiyorduk hiç değilse, öyle karşılıklı bir itme olmasa bile, bir tarafın varlığı ötekini destekliyordu. Şimdiyse, geriye gidişte, kötülükte, hatta rezillikte benzeşme yahut yarışma durumu ile karşı karşıyayız.

Biraz önce dile getirdiğim öneriyi yinelemek istiyorum: Kuzey komşularımızla ilgili olarak ulaştığınız ya da özel bir çaba göstermeseniz de size ulaşmış her habere, bir de, şu soruyu sorarak bakın: Eskiden bunlar olur muydu ya da böyle mi olurdu?

Bunun anlamı, "eskiden, bir cennetleri vardı" değil elbette. Örneğin, yukarıda değindiğimiz olayların ikincisinin ilgili olduğu "çevre" konusunda ne günahlar işlediler! Onları ve çok daha ölümcül olanlarını işlemiş olmasalardı bugünlere gelirler miydi?

Peki, mahkum muydular o günahları işlemeye? Hayır, bunu kimse söyleyemez. Böyle bir determinizm bizi ancak Tanrı'ya ulaştırır onun tarafından düzenlenmiş bir alınyazısına... İşlemeyebilirlerdi ne yazık, işlediler ama, böylece, bundan sonra işlememenin temelleri de atılmış oldu.