İlk İşler

Bunları hep düşünmek gerekir. Herhangi bir iş görürken, bir yerden bir yere giderken, oturup kalkarken, okuyup yazarken, hatta yatıp uyurken…

Neden olmasın? Uyurken düşünmek mümkün müdür, dememeli rüya görmenin düşünmekten büsbütün farklı, hiç benzemez bir eylem yahut durum olmadığı söylenebilir herhalde. İlgili bilimlerin buna ilişkin bulgu ve bilgileri bir yana, rüyaların uyanıkken yaşanan çeşitli süreçlerin uzantısı olduklarını, bütün cehaletime rağmen, kendi deneyimlerime dayanarak söyleyebilirim.

Ayrıca, burada yazdıklarımızın tümünün ya da çoğunun ille de kabul edilebilir, hiç değilse genellikle kabul edilebilir olması gerektiği de nereden çıkıyor! Kabul eden eder, etmeyen etmez kabul etmeyenlerin bir bölümü, bununla yetinmeyerek, redlerini ve gerekçelerini açıklarlar böylece belki de pek yarayışlı bir konuşma, tartışma, atışma süreci başlayabilir, falan… Bizim “ekmek kapımız” ve o kapının da bir patronu olmadığına göre, sorun yok kapıyı gösterecek her şeye kadir bir otoritenin korkusu da yok demektir. Ama, kabul edilemezlik düzeyi çok ileri giderse, totolojiyi çocuklara anlatmakta kullanılabilecek bir söylem oluşuna aldırmadan yazıverirsek, kabul edilemez düzeylere ulaşırsa, ya yazan ya okuyanlar ya da her ikisi birden bir çare bulurlar.

İyisi mi, aynı minval üzre devam edelim.

Edelim de, bunun nasıl bir minval, nereden nereye ve ne biçim bir yol olduğunu da unutup unutturmuş durumdayız. Öyleyse, bu kısa süren sapmayı burada durdurup, başa dönmekte fayda var.

“Bunları hep düşünmek gerekir” diyerek başlamıştık. “Bunlar” nelerdir? Yapacaklarımız. Ne zaman? İktidarı aldığımızda. Çok eskiden, “devrim yaptığımızda” derdik. Daha güzel görünüyor katılırım. Hepsi bir yana, iki sözcüğü yan yana koyalım: devrim ve iktidar. İlki daha güzel hem söyleyiş açısından hem biriktirilmiş çağrışımlarıyla. Üstelik, o adı taşıyan ne kadar güzel çocuklarımız var. Adı İktidar olan bir çocuk göreniniz oldu mu?

Hele de aradan geçen çok uzun zaman boyunca iktidarın ne melun bir şey, iktidar hırsının ne feci bir saplantı, iktidarın ise ne kahrolası bir kötülük kaynağı olduğunu tedris eyledikten sonra kimde can kalır? Kim iktidarın peşinde olmayı “hoş” görebilir?

Oysa, benim aklım fikrim hep oradadır. Genç yaştakiler bilmezler. Eski bir televizyon reklamı vardı. Herhalde, eski solcular üretmişlerdi. Bilinen gerçek ve ona dayalı sözdür: Eski solcuları kırpıp kırpıp reklamcı yaparlar. O reklamda, bir hekim, hastasına çeşitli nesneler göstererek tanımlamasını isterdi. Örnek olsun, bir makas, bir masa, bir somun ekmek, profesör görünümlü bir insan, bir eşek, vb. Hasta ise her defasında, reklamı yapılan ürünün adını söyler ve hekimin kızması üzerine de “Hiç aklımdan çıkmıyor ki!” derdi.

Ne zaman bu rezil düzenin içine çıksam, neyle karşılaşsam hep o soru aklıma takılır: “Biz bunları - ya da bunlarla - ne yapacağız?” Ne zaman? İktidarı aldığımızda.

Sözün gelişi, dün Keçiören’e gitmiştim. Her gidişimde, bir yığın çirkin sözü kendi kendime mırıldanarak dönerim adındaki yaratıcılığın çağrıştırdığı hoşluk bir yana, herhalde, memleketin en nahoş ilçelerinden biridir. Üstelik, geçenlerde, bir gazetede okuduğuma göre, ya nüfus ya da seçmen sayısı bakımından ülkemizin en büyük ilçesi durumuna gelmiş. Öyle ya, demiştim okuduğumda, “en az üç” fetvasına uyumu emir telakki eden yurttaşlarımızın çokça yaşadıkları güzide ve gözde bir ilçemizdir gözdelikte sınır tanımamaktadır. Bu ülkenin ne kadar çok yöresi buraya benzerse, biz yetişip durduramadan demek istiyorum, iktidar olmanın kötülüğüne o kadar hak verip bu sevdadan vazgeçmek iyi olacaktır. Acı çekmeye epeyce alışkın olmakla birlikte, acı çekmekten hoşlanma aşamasına gelmedik çok şükür!

Bir kent bu kadar mı kötü kurulur, kötü mötü kurulduktan sonra bu kadar mı bozulur? Yeni cumhuriyetimize yeni bir başkent aramak zorunda mı kalacağız yoksa? Kulakları çınlasın, üstadın, Bolu önerisi kendisi tarafından bile unutuldu mu acaba? Bence, pek de güzel olabilir. Ama, ne yazık, elimizi çabuk tutmamakta bu kadar ısrarlı olursak, oralar da elden gitmektedir. “Moğol istilası” her yeri çöle döndürmektedir.

Yapacaklarımız içinde “ilk günde” yapacaklarımız da olacaktır elbet. Tam buradaki sözcüklerin anlattığı anlamda“ilk gün” de olabilir “başlangıç dönemi” anlamına da gelebilir. Dolayısıyla, durmadan düşüneceğimiz yapılacaklar arasında o ilklerin de bulunması doğaldır.

Böyle yazıp giderken, elden ne gelir, çağrışımlar birbirini izliyor ve onların arasına, yine örnek olsun, bundan yirmi beş yıl kadar önce, 12 Eylül döneminin ilk kitlesel 1 Mayıs kutlaması da katılıyor. Büyük salonu dolduran kitlenin önüne, yine kulaklarını çınlatacağız çaresiz, bizim üstad çıkmış ve konuşurken “İktidarımızın ilk gününde minarelerdeki hoparlörleri indireceğiz.” der demez ön sıradaki, şimdi aramızdan göçük büyük şairimiz sahneye yürümüştü. Neyse ki, çok geçmeden, sulh olmuşlardı.

O gün de aklıma takılmıştı ondan sonra da, cemaatleri iki üç kişiyi aşmayan bodrum mescitlerinin canhıraş hoparlörleri yedi düvele azametle korku salar ve nizamat verirken, her gün beş vakit hatırlarım: Bursa’ya yeni gelmiştik, altmışlı yılların tam ortasındaydı. Ünlü Ulu Camiin üst yanındaki Akbıyık Sokak’ta, küçük bir apartmanın yarı bodrum katındaki kiralık evimizde, beş vakit, hiyerarşiye ve çevre sakinlerine saygılı ezanlar duyulurdu. Hiyerarşi şu: Önce Ulu Cami başlar sonra, çevredeki küçük camiler devreye girerdi. Hepsinin müezzinleri de şerefelere çıkıp okurlardı. Kuşkusuz, hepsi de şimdikilerle karşılaştırılamayacak kadar terbiyeli idiler sesleri ve tavırları ile. Hele Ulu Cami’den sonra ve sabah vaktinde, uzaklardan, derinden dakikalarca yankılanan belli belirsiz sesler, bana müthiş bir dinginlik verirdi. Şimdi, epeydir ve özellikle bizim Yurdakul Er’in deyişiyle “tüccar imamlar” zamanında, üstadın öneri ve öngörüsünün gerçekleşmesinin gerekliliğine daha da çok inanıyorum.

Demek istediğim, işte bunlara varıncaya kadar düşünüp kimileri ilk ve geçici, kimileri kalıcı çözümler bulmak, bulduklarımız üzerinde belli bir ortaklaşmaya varmak zorundayız.

Ne yapacağız bu hanları hanayları, bu yolları belleri, bu ömür törpüsü, dehşet üreticisi, korku yayıcısı, pislik imalatçısı yaratıkları, kurumları, kurulup dikilmişleri?

Hayatın ve hayallerimizin karşısında geçerliliğini koruyacak yanıtları bulmak zorundayız. Bunların bilgisini en az düzeyde olsun yaratamazsak, kendimiz ve birlikte yürüyeceklerimiz, gideceğimiz yolu nasıl buluruz?

Hiç erken değil. Hiç değil. Geç bile kaldık sayılır.

* * *

Not: Turhan Selçuk öldü. Herkes üçbeş laf ediyor. Etsinler. Bizim de kısacık bir sözümüz olmalıdır. Amerikan elçisi olarak memleketimize gönderilmiş “Vietnam kasabı” okulumuza korsan giriş yapmıştı 1969 yılının ilk günleriydi. Korsanlığa izin vermedik. Hemen izleyen günlerde, Turhan Selçuk bir karikatür çizdi. Ters döndürülmüş bir araba, meşale olmuş yanıyordu. Altında da bir yazı vardı: “ Işık, biraz daha ışık!”

Şimdi, bizim oranın çocukları, şapkalarını çıkarıp başlarını eğmişlerdir: “Çizdiklerinin hepsini unutsak, onu unutmayız usta!”