Hep Aynı Afyon

Türkiye anayasalarının hiçbir inandırıcılığı bulunmayan üslubu ile “demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez unsurları” arasına en son katılan parti dolayısıyla ilginç bir durum ortaya çıktı. Bir türlü saadeti bulamayanların ağırlığını oluşturdukları bu partinin kurucuları arasında bazı sosyalist bilinen isimler de yer aldı. Hem bizim topraklarımızın hem de pek çok başka coğrafyanın geçmişinde çok sevilen, çok kullanılan adlardan birini kendisine uygun gören partide en başta yerini alanlardan biri, yasal olarak parti adını taşımaya daha önce hak kazanmış bir sol örgütün genel başkanı idi. Profesör unvanını da taşıyan bu siyasetçi, mesleğinde toplumsalcı tutumlarıyla tanınan bir hekimdi aynı zamanda. Hafta içinde günlük Vatan gazetesine verdiği demecinde, bir ara sol ile İslamı bağdaştırmaya çalışan bir hareketin içinde yer aldığını, bir zamanlar illegal dergilerde bu tür konularda yazılar yazdığını belirtiyor ve o bitmez tükenmez afyon konusuna sözü getiriyordu.

Böyle andığım konu, ünlü “Din, halkın afyonudur” saptaması idi. Bu değerli hekim de, o sözün yanlış anlaşıldığına, aslında Marx’ın dinin halkın acılarını dindiren ya da hafifleten bir işlev üstlendiğini anlatmak amacıyla öyle yazdığına değiniyordu.

Bundan kırk yıl ve daha uzun bir süre önce, altmışlı yılların ortalarında diyelim, bizim ülkemizde insanlar, o zamana kadar görülmemiş bir yaygınlıkta sol ve sosyalizm ile tanışmaya başladıkları sıralarda, sosyalistlerin din hakkında böyle düşündüklerini, bu sözü edenin de onların ağababalarından biri olduğunu, ilk kez, sağcılardan duymuşlardır. Büyükçe bir çoğunluğu için öyle olmuştur, denilebilir. Sosyalist adıyla çağrılanların küçümsenemeyecek bir bölümü için de aynı durumun geçerli olduğunu söylemekte bir yanlışlık yoktur. Buna karşılık sosyalistlerin ikiye bölündükleri, bilerek ve birbirlerine karşı konumlanma anlamında değil de, bu açıdan nesnel olarak iki ana kümeye ayrılabilecek bir yaklaşım içine girdikleri söylenebilir. “Yaklaşım” sözü biraz fazla bilinçlilik ya da farkındalık yakıştırmak oluyor “havaya büründükleri” daha gerçekçi bir anlatım sayılır.

Bu iki havadan biri, hatırlatılan sözü söylenmemiş saymak, onu ihmal etmeye ve ısrarla hatırlatılması karşısında ise inkâr etmeye, öyle bir söz söylenmediğini ileri sürmeye çalışmaktır. Öbürü ise üstüne gitmek, “doğrudur, tam da öyledir, var mı itirazı olan” demeye getirmektir. Afyon sözünün bu ikinci tutumla birlikte var olan anlamı, aldatma, kandırma, avutma, uyutma türünden sözcüklerle açıklanabilir. Din bunlara yarar halkı uyutup karanlıkta bırakmanın, böylece ezip sömürmeye devam etmenin bir aracıdır. Böyle düşünülmüştür. Böyle düşünenler çoğunlukta olmuştur.

Yukarıda andığımız eski genel başkanın yanlış olmayan değinmesindeki “afyon” sözcüğünün Marx’ın özgün kullanımına daha uygun, dolayısıyla daha doğru anlamının sık sık ortaya atılıp hatırlatılmasına gelince, bunun altmışların ortasından epey sonra gündeme girdiğini belirtmekte yarar var. Ne kadar sonra? İlk vurgulanışı değilse de, az çok yaygınlaşıp sosyalistlerin önemli sayılabilecek bir bölümünce bilinir duruma gelmesinin, “aslında sosyalizmi yanlış öğrenmişiz” zavallılığının hüküm sürdüğü birkaç on yıl önce, şu anda bir deyiş uydurmanın yeridir, o büyük çöküş döneminde gerçekleştiğini söylemek, çok da hatalı olmayabilir.

Şimdi, bu afyon hikâyesinin nereden geldiğini bir hatırlayalım. Marx bu cümleyi, Paris’te yaşadığı yıllardan birinde, 1844’ün hemen başlarında kaleme aldığı “Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisine Giriş” başlıklı makalesinde yazmış. Hangi bağlamda söylendiğini azçok anlayabilmek için biraz uzunca bir alıntıya ihtiyaç var:

“Dindışı eleştirinin temeli şudur: Dini insan yapar, insanı din yapmaz. Başka bir deyişle, din ya henüz kendini bulmamış ya da kendini yeniden yitirmiş insanın kendisinin bilinci ve kendisinin duygusudur. Ama insan, dünyanın dışında duran soyut bir varlık değildir. İnsan insanın dünyasıdır, devlettir, toplumdur. Bu devlet, bu toplum tersine çevrilmiş bir dünya bilinci olan dini yaratır çünkü kendileri de tersine çevrilmiş bir dünyadır. Din o dünyanın genel kuramı, ansiklopedik özetidir onun halkın anlayacağı bir biçim içindeki mantığı, manevi onur sorunu, coşkunluğu, ahlaki yaptırımı, o dünyanın heybetli bütünlenişi ve avunmak ve haklı çıkmak için evrensel temelidir. İnsan özünün fantastik gerçekleşmesidir çünkü, insan özünün hiçbir sahici gerçekliği yoktur. Dine karşı mücadele, bu yüzden, dolaylı olarak öteki dünyaya karşı savaştır din ise bu öteki dünyanın ruhsal kokusudur.

“Dinsel sıkıntı aynı zamanda gerçek sıkıntının anlatımı ve gerçek sıkıntıya karşı başkaldırıdır. Din ezilen yaratığın iç çekişidir, nasıl ruhsuz bir durumun ruhu ise taş yürekli bir dünyanın da yüreğidir. Halkın afyonudur.”

Devam ederken şunu da ekleyelim: Böyle bir benzetmeyi ilk yapanın, hatta bu deyişi ilk kullananın da Marx olduğu ileri sürülemez. Sözgelimi, ondan önce değilse de, bu makalenin yayımlanışından dört yıl sonra tam da bu deyişe başvurulduğu biliniyor. Üstelik, ilginçtir, bunu yapan da bir din adamı, İngiltere Kilisesi Piskoposluk Danışma Kurulu üyesi Charles Kingsley adında biri. Marx’ın bu makalesinden kuşkusuz hiç haberi olmaksızın, şöyle diyor: “İncil, fazlasıyla yüklenmiş yük hayvanlarının sabrını taşırmamak için bir afyon dozu olarak kullanılmıştır.”

Marx’ın yukarıya aktardığımız satırlarına dönersek, burada, aldatma, aldanma, kandırmadan çok, avunmanın ve acıları azaltmanın aracı olarak afyondan söz edildiği anlaşılıyor.

Akıl yürütmeyi şöyle sürdürmeye çalışalım: Amaç, tek başına olmasa bile, amaçlardan biri acıları dindirmek, hafifletmek olunca, aldatıcılık ortadan kalkıyor mu peki? Çok eskiden beri biliniyor ki, uyuşturmakla acılar sadece azalır, büsbütün yok olmaz çünkü sağaltım gerçekleşmez, başka bir anlatımla, acılara yol açan neden ortadan kalkmaz.

Ayrıca, aldatıcı, kandırıcı, uyuşturucu işlev denince sadece insanın bunları kendisine yapması değil, daha çok, başkalarının bunları ona yapması anlaşılır. Bu başkaları arasında ise hem insan bireyleri hem de toplumsal sınıflar vardır.

Sosyalizmin kurucuları ve sürdürücüleri, dine sınıf mücadelesini sokmuş değillerdir sadece, dinlerin doğuşunda ve gelişiminde sınıf mücadelesini gözlemlemişlerdir. Dinler tarihindeki başlıca çatışmaların, sınıf mücadelesinin doğrudan ve dolaylı yansımaları, biçimleri olduğunu fark etmişlerdir. Kurucular, özellikle din konusunun aydınlar arasında çok tartışıldığı 1840’larda olmakla birlikte, daha sonraki çalışmalarında da bu konuda kafa yormuş ve yazmışlardır. Örnek olsun, Kapital’de bile bu konuyla ilgili göndermeler, değinmeler, kısa çözümleme ve hatırlatmalar bulmak mümkündür. Hiçbirinde de bu temel bakış açısına aykırı, onu geri plana çeken ya da gözden geçirip değiştiren bir eğilim ortaya çıkmamıştır.

Sözün kısası, Marx’ın çok ün kazanmış afyonlu değinmesinde de başka yerlerde de dinlere bir tür vazgeçilmezlik ve sevimlilik yakıştırma eğilimini keşfetmeye uğraşmak, boşuna bir çabadır. Çok farklı kaynaklara bakmaya da gerek yok zaten yukarıda alıntılanan son cümlenin hemen ardından gelen satırı yazmak yeterli olacaktır: “Halkın aldatıcı mutluluğu olarak dinin ortadan kaldırılması, onların gerçek mutluluğu için gereklidir.”

Bir engel olmazsa, mutlaka üzerinde durmak gerektiğini düşüneceğimiz bir konu çıkmazsa demek istiyorum, haftaya biraz daha devam ederiz.