Güzergâh

Birkaç hafta önce CIA başkanı Türkiye’yi “ziyaret etti” oradan başlatılabilir. Hemen ardından, aynı ABD, genelkurmay başkanını gönderdi. Bu da ikinci uğraktı daha doğrusu, ilkinin uzantısı. Burada, uğrak derken, belli bir durağı ya da istasyonu değil, bu yazıda muhtemel güzergâhını gündeme getirmeye çalışacağımız bir yolculuğun zaman ve mekân içindeki bugünden görülebilen bazı önemli noktalarını anlatmak istiyorum. Ayrıca, buraya kadarki anlatımdan anlaşıldığının tersine, Amerikalıların yaptığı bir yolculuk değil, AkP’nin, onu simgelemek üzere söylendiğinde, başkanlarının çıktığı bir yolculuktan söz ediyorum. Amerikalılarla ve benzerleriyle birlikte çıkılmış olduğu varsayılıyor, ama ülkemiz sakini olanlar dışındakilerin gidip gelmelerini de bu yolculuğun ve buradaki asıl yolcunun uğrak anları ve noktaları olarak düşünüyorum. Öyle düşünmek, birçok bakımdan daha aydınlatıcı olabilir.

ABD’nin casusluk örgütü ile genelkurmay başkanının ziyaretlerine ilişkin bilgi sahibi olmamız, elbette, imkânsız. Elbette, diyorum çünkü, bu tür ilişkilerden halkın bilgi sahibi olmaması, demokrasinin gereğidir. Hadi, o kadar da değil, “eksik demokrasilerde” öyle olduğunu kabul etsek de neden demokrasinin gereği olsun, diyecek samimi demokrasi sevdalıları için düzelterek söyleyelim: Bu tür konularda halkın bilgilendirilmiyor oluşuna bakılarak, demokrasiye aykırılıktan söz edilemez demokrasi, halkın böyle ufak tefek işlerle ve aslında hepsi de ufak tefek olan dünya işleriyle ilgilenmeyip onları kendi özgür iradesi ile seçtiği temsilcilerine bıraktığı bir rejimin adıdır. Üstelik, onun büyüklük yakıştırılmış bilgelerinin dediği gibi, kuşkusuz kusursuz değildir ama, ondan daha kusursuz olanı da icat edilmemiştir. Bu amentüyü günde beş, hiç değilse üç kez tekrar ettiğinizde, huzura kavuşur ve tasalanmadan yaşamaya devam edersiniz.

Daha ciddi olursak, o iki ziyaretle ilgili az çok güvenilir bilginin ortaya çıkması, olağan koşullar altında, çok uzun sürer. Ama, o bilgiler yokken de, art arda gelen bu iki ziyaretin, mesleki bilgi görgüyü artırma amaçlı olmadığı besbellidir ve yolun başlarında bir noktada yer aldığını düşünmekte sakınca yoktur.

Hemen önümüzdeki bir başka önemli uğrak, Eylül ayının 17’si ile başlayan hafta için planlanan ve New York’taki Birleşmiş Milletler Genel Kurulu dolayısıyla yapılacak ziyaret ve temaslar olabilir. Bu haftanın biri ortalıkta gerçekleşecek, ama görece önemsiz, öbürü, asıl parçası gizlide gerçekleşecek ve çok daha önemli iki boyutundan söz edilebilir. İlki ve daha az önemlisi, zat-ı şahanelerinin bu vesileyle irad eyleyeceği nutuklardır. Bunların etki derecesi ve ona bağlı önemi pek az ya da sıfır düzeyinde olmakla birlikte, sıkı bir “pi-ar” kampanyasıyla o günlerden başlayarak ve gelecek yılınkiler de eklenerek, önümüzdeki iki yıla yakın sürede kullanımda tutulması büyük olasılıktır. O iki yılın içinde bir parti kongresi, bir yerel yönetim ve nihayet bir cumhurbaşkanlığı seçimi bulunmaktadır. Ama, daha önemlisi, biri şu andaki Amerikan başkanı Obama ile olmak üzere, yapılması muhtemel birtakım kapalı görüşmelerdir. Bunların içeriği, elbette az önce değinilen “pi-ar” faaliyetleri çerçevesinde kullanılacak bölümleri bir yana, bilinmeyecektir eğer, o görüşmelerin okyanus ötesindeki muhatapları tersini istemezlerse… Yine de, içerikleri açıklansın açıklanmasın, o görüşmelerin üzerinde durduğumuz yolculukta oldukça önemli etkilere yol açacağını akla getirmemek için çocuk olmak gerekir.

Hemen ardından Eylül ayının sonu ve AkP’nin büyük kongresi gelmektedir. Orada bayağı tasarlanıp kotarılmış, tantanalı bir gösteri, bir “show business” ürünü bizi beklemektedir. Bunun AkP’nin bugüne kadarki ömründe sergilediklerinin hepsinden farklı yanlarının bulunması muhtemeldir. Tantana tarafı bir yana, orası da mutlaka olacaktır, ama daha önemlisi, Erdoğan’ın havası ve tavrının yanı sıra, açıklayacağı ve aldıracağı kararlar ile onları izleyecek adımlardır.

Öyledir çünkü, “normal olarak” 2014 yılının Mart ayında yapılması gereken yerel seçimlerin hemen gündeme alınacak bir anayasa değişikliği ile gelecek yılın Ekim sonlarına çekilmesi aşağı yukarı kesinleşmiştir. Bu durumun, değerli hukukçu Ali Rıza Aydın’ın son soL yazısındaki deyişiyle “hukuklu seçim oyunu” oluşuyla birlikte ve bence ondan daha önemli görünen yanı, yerel seçimlerdeki olası yenilgiyi dengeleyebilecek ya da yine olası yenginin yeterince kullanılmasını sağlayabilecek zamanı kazanmaktır. Cumhurbaşkanlığı seçiminden üç dört ay önceki bir seçimin, böyle bir zamanı kazandırmak bakımından, çok riskli sayılması doğaldır. Kullanılmak derken anlatılmak istenense, sadece yürürlükteki yasalar içinde kalınarak değil, onlar değiştirilerek ve/veya çiğnenerek yapılabilecekleri de içermektedir.

Ekim 2013’teki yerel seçimlerden sekiz dokuz ay sonra ise bu ülkede ilk kez yapılacak cumhurbaşkanlığı seçimi sıradadır.

Bu yol çizgisinde, bir de, ne zaman ve nasıl ortaya çıkacağı belli olmayan, hatta ortaya çıkıp çıkmayacağı da belli olmayan, ama öyle bir belirsizlik durumunda da hep gündemde kalacağı kesin bir savaş uğrağı var. Buradaki belirsizliği bu tür konularda her zaman beklenebilecek olandan daha fark edilir kılan başlıca öğeler arasında şunlar sayılabilir:

Bir kez, Amerika’nın hal-i pür-melali ortadadır. Emperyalizmin bu çöküntü içindeki patronu, artık elçilik binalarını ve büyükelçilerini koruyamaz duruma düşmüştür günlerdir sergilemekte olduğu görüntü budur. Kuşkusuz yeryüzündeki insanların pek küçük bir bölümü için üzüntü verici olan bu durumun, ne kadar derinleşeceği ve hangi biçimlere bürünebileceği, önümüzdeki dönemde görülecektir. Ancak, Kaddafi’nin katlini televizyon ekranı karşısında oouuv, vauuvv diye en tiksindirici Amerikan haykırışlarıyla, “wow” biçiminde yazdıkları sözcüğün anlamında içerilmiş bir hayret ve hayranlık içinde seyreden Bayan Clinton, dost ve müttefiklerinin elbirliğiyle bahar getirdikleri aynı ülkede, kendi büyükelçisinin benzer görüntüsüyle karşılaştığında da o sesleri çıkarmış mıdır acaba? Malum baharın yeşertilmesinde katkıları bulunan zavallı büyükelçinin o halini gören milyonlarca insanın aklına bu soru takılmıştır, eminim.

İkinci olarak, bizimkilerin hali ve onlarsız yapamıyor oluşları da ortadadır.

Ama, üçüncüsü, o bahar getirilmiş ülkelerde yakın zamanlarda görev yapmış Türk büyükelçilerinin ağız birliği etmişçesine vurguladıkları bir olasılık da söz konusudur: Amerika bu haliyle daha atak olamaz ataklık ihtiyacı yakıcı duruma gelirse de kendine bir taşeron arar. Böyle yorumlar yapıyordu büyükelçiler. Taşeron belli, demekte acele edilmemeli taşeron adayı denirse tamam ama, şu anda ileri sürülmüş görünen taşeron adaylığının iş ciddiye binince, başka bir anlatımla, savaş kapıya geldiğinde hâlâ sürdürüleceği belirsiz olduğu gibi, adaylıktan asilliğe geçişin patron tarafından onaylanıp onaylanmayacağı da kuşkulu görünüyor. Güzergâhına ilişkin birkaç not yazmaya çalıştığımız yolculuğun bir numaralı adının, inşallah yakında mücahit kardeşlerimizle Şam’da kucaklaşıp oranın ünlü camiinde namazımızı hep birlikte kılacağız anlamındaki sözleri, belirsizliği giderici bir kararlılıktan çok, istek ve dilek göstergesi kabul edilmelidir.

Toplam olarak iki yıldan biraz daha kısa bir süre içinde tamamlanması gereken bu yolculukta, gerçekleşip gerçekleşmeyeceği belirsiz görünen dış savaş bir yana, yaklaşık otuz yıldır süren iç savaştaki iniş çıkışlar da, herhalde, ilkini etkileme derecesiyle ve ondan bağımsız olarak, işleri değişik ölçülerde güçleştirecektir. Şu anda güçlü bile sayılsa sadece bir olasılık olan sınırların dışına yönelmiş savaş ile son çeyrek yüzyılın gerçeği durumundaki iç savaşın eşzamanlı olarak yürütülür duruma gelişinden, her ikisinin de ülke yönetenleri açısından olumsuz etkileneceği, ilk akla gelen sonuçtur. Zafer şurada dursun, şöyle ya da böyle, ama az çok kabul edilebilir biçimde tanımlanmış bir “başarı”dan her ikisinde de uzak kalınırsa, bu duruma, hele bu durumun uzamasına, hiçbir iktidar dayanamaz.

Ancak, şu son paragraf, büsbütün temelsiz olmasa da, spekülasyondan öteye gitmiyor dolayısıyla, bu yazının sadece olabildiğince nesnel bir güzergâh tasviri yapmakla sınırlı amacına uygun bir kapanış olmuyor. Öyleyse, burada kesip son bir konuya değinmekte yarar var.

Buraya kadar eksik bırakılmış o konu, ülkemizde yaşayan büyük emekçi kitlelerinin böyle bir yolculukta izleyici, hatta ilgisiz ve umursamaz izleyici konumunda bulunmaya devam edip etmeyecekleridir. Aslında, gelecek yılın Ekim ayı ile daha sonraki yılın yaz aylarında oy vererek yolculuğu şu ya da bu ölçüde etkileyecekleri biliniyor. Demek, soru, oylarını nasıl kullanacaklar ve, elbette daha önemlisi, ondan önce ve sonra, başka ne yapacaklar, biçiminde değiştirilmelidir.

Bir süredir ve hâlâ yaptıklarından pek de farklı davranmazlar, diyen, herhalde, en sıkı gerçekçi payesini kapar. Ama hemen, kolaycacık kapılmış payelere aldırmamak gerekir.
Aldırmamak ve, en azından, iki uyarıyı akılda tutmak:

Birincisi, en güvenilir bilineni dahil, piyasada dolaşıma sokulan hemen her kamuoyu araştırması, onlardan bağımsız ciddi gözlem ve çözümlemelerin yokluğunda, yol gösterici ve öngörü sağlayıcı değil, yanlış yönlendirici, saptırıcı bir nitelik taşır.

İkincisi, halk kitlelerinin hareketliliğinde “umulmadık” sıçramaların ortaya çıkması ve/veya çıkarılması bakımından, iki yılı bile tam bulmayan bir süre, kısa değil, gerekleri yerine getirildiğinde, küçümsenmeyecek kadar uzundur.