Güncel notlar

Yakın zamanlarda kendileri de bu benzetmeyi yaptılar galiba: Sürekli pedal çevirmezsek, düşeriz. İçlerinden birinin böyle dediğini bir yerde okuduğumu hatırlıyorum.

Öyle yapıyorlar zaten. Ama bu işini bilen usta bir bisikletçinin pedal basmasına benzemiyor pek. Nüfusu daha yirmi bini bile bulmamış Çanakkale’de, plakasız bisikletlerimizle ve o aracı kullanabilirliğimizi onaylayan herhangi bir resmi belgemiz olmadan tur atarken, ellerindeki tek ciple devriyeye çıkmış trafik polislerine rastladığımızda, çılgınca pedal basardık, ona benziyor daha çok. Ancak, o halimizde hafif bir korku ile birlikte en çok da heyecan ve serüven tutkusu vardı; yakalanırsak olsa olsa bisikletlerimizin bir iki günlüğüne kilitlenmesi söz konusuydu. Bunların ise akıbetlerinin ne olacağını pek kestiremeyenlere özgü, dolayısıyla bu belirsizliğin sonucu olarak, belki de, mukadder akıbete ilişkin çok abartılı bir beklentinin etkisiyle oluşmuş bir dehşet var yüzlerinde, seslerinde, yapıp ettiklerinde…

Son örnek, akademi dünyasına yönelik, Ankara ve Mülkiye ağırlıklı görünen ihraç saldırısı oldu. İçlerinden Profesör Kaboğlu’nu, İstanbul'dandı malum, oğlum dolayısıyla tanırım. Yıllar önce, onun hukuk fakültesindeki anayasa hocası idi. “Oğlum, Hoca ile aran nasıl gidiyor?” diye takılırdım ara sıra. Onun da derslerindeki bazı ortak yaşantılarından söz ettiği olurdu. Hepsi o kadar.

Bizim Ahmet’i ise iyi tanırım. İktisat profesörü Ahmet Haşim Köse’yi diyorum. İlk tanışıklığımız 1988 yılına rastlar. İşsizdi, benimle görüşmeye gelmişti. Yine üniversiteden, o defa, mezun olduğu ODTÜ’deki araştırma görevlisi pozisyonundan uzaklaştırılmıştı. Demek, ha asistan ha profesör, fark etmiyor! Sözünü ettiğim 1988 yılından sonra uzunca bir süre, aynı işyerinde çalıştık; herhalde on yılı bulmuştur. O arada doktorasını tamamladı ve benim bütün caydırıcı faaliyetime rağmen iktisat ve akademisyenlik mesleğine döndü: Korkut Hoca’nın yanına Mülkiye’ye gitti, o emekli olduktan sonra da devam edip bir yığın iyi iş yaptı, öğrenciler yetiştirdi, tezler yönetti. Benim, bir aralar, yinelemekten hoşlandığım sözlerle, az sayıdaki “yüzü emekçiye dönük iktisatçılar”dan biri oldu. Hâlâ öyledir. Yaptıklarını, daha iyilerini, yine yapar. İnançlı ve inatçı çocuktur. Böyle işlerden gözü korkmaz.

Belki, ileride bir gün, onun için yeniden yazarım.

*     *     *

Clara Zetkin, bilinir, öncelikle uluslararası emekçi kadın hareketinin ulularından biridir. Ölümüne kadar uzun yıllar boyunca Alman proletaryasını parlamentoda temsil etmiştir. Öldüğü yıl ile Hitler’in iktidara geldiği yıl aynıdır.

O yılların devrimci kadın önderlerinin benim görebildiğim fotoğrafları birbirine çok benziyor. Hep ciddi suratlar, boyunlarına kadar yükselen ve etekleri yerleri süpüren giysiler. Hele, Rosa ile birlikte çekilmiş bir fotoğrafları var; sokakta, herhalde hava soğuk, kalın ve kaba saba kumaştan yapılmış izlenimi veren giysilerinin etekleri yere değiyor, birbirlerine sarılarak fotoğraf makinesinin objektifine bakmışlar. Sokakta yürürken karşılarına çıkıvermiş fotoğrafçıya poz veren iki kız kardeş işte…

Zetkin’in benim açımdan, sanıyorum başka birçok insan açısından da, bir unutulmaz yanı daha vardır. Ağustos 1923 tarihli “Faşizm” başlıklı yazısı, özellikle Üçüncü Enternasyonal’in Dimitrof damgalı demekle hata etmeyeceğimiz faşizm çözümlemesi içine sinmeyenler için son derece yol göstericidir. Orada, şöyle yazmıştır: “Faşizm farklı ülkelerde çok farklı özelliklere sahiptir. Yine de, bütün ülkelerde ayırt edici iki ortak özelliği vardır: Bir yandan, geniş yığınların çıkarlarıyla taleplerine akıllıca uyarlanmış devrimci görünen bir programın varlığı; öte yandan, en vahşi bir şiddetin uygulanması.”

Daha önemlisi, aynı yazıda şu tanım yer alır: “Nesnel olarak bakıldığında, faşizm, burjuvazinin proletaryanın kendisine saldırısına karşılık misilleme olarak gerçekleştirdiği intikam değil, Rusya’da başlamış olan devrimi sürdüremeyen proletaryaya kesilmiş bir cezadır.”

Biz, bunu kısaca ve kendi sözcüklerimize dökerek, faşizm, devrimini yapamamış işçi sınıfına tarihin kestiği cezadır, biçiminde tekrar ederdik.

O “en kanlı, en vahşi, en…” diye şiddet derecesini betimleyerek ve burjuvazinin öyle betimlenmiş en azgın, aynı zamanda, azınlıktaki kesimi ile geri kalan daha büyük kesimini ayırarak devam eden resmi tanımdan çok daha yönlendirici ve yol göstericidir. Keşke, on küsur yıl sonra ve her zaman genel kabul görmüş olsaydı.

Bizim işimizde keşke’lere yer yok biliriz, tamam, ama gel de söyleme…

*     *     *

Son olup bitenlerle, git gide, birtakım yeni açıklıklar ortaya çıkıyor sanki. Özellikle belirtilmesi gerekenlerden biri, demokrasi ile hak ve özgürlükler arasındaki ilişki. Burada, öyle genellikle sanıldığı, daha doğrusu, demokrasi dininin iman etmeye çağırdığı gibi, demokrasi var oldukça hak ve özgürlüklerin de var olduğu doğru yönde bir ilişki yok. Bu ilişkinin çoğu kez pek zayıfladığına tanıklık ediyoruz.

 

Kimileyin de ters yönde bir ilişkinin varlığı belirgin bir açıklık kazanıyor. Açıkça yazarsak: Demokrasi varsa ya da onu var etmek ve koruyup kollamak için hak ve özgürlükler sınırlanıyor; sık sık da yok mertebesine indiriliyor.

Bu durumda, not etmekte yarar var: Uğrunda mücadele edilmesi gereken “demokrasi” diye diye yüceltilen bir erişilmezlik midir, yoksa hak ve özgürlükler mi? Bir de, hak ve özgürlüklerin taşıdığı anlam herkes, toplumsal sınıflardan bağımsız olarak her insan için aynı mıdır?

*     *     *

Birkaç gün oluyor, bizim Yalçın Hoca ile karşılaştık. Ayak üstü, beş on dakika konuştuk. Her zaman iyimserdir. İçeride dışarıda. Nerede, ne olursa olsun. Yine öyleydi.

Arada şöyle bir söz etti: Farkında mısın, çoktandır ne kadar cahilleştik!

Doğrudur, cahillerle uğraşmaktandır, dedim.

Özne incelediği nesneden şu ya da bu ölçüde etkilenir. Mücadeleci, hasmına bazı benzerlikler göstermeye başlayabilir; hele iş uzuyorsa. Bunları şimdi ekliyorum.

Onun da anlatmak istediği aşağı yukarı buydu. Anlaşılan, bazı yeniden okumalara başlamış. Söylediğine göre, Hegel’in de aralarında bulunduğu birtakım okumalar.

Ayrılırken, gelecek hafta sonu buluşacağımızı hatırlattım. Ankara Nâzım’da bir söyleşiye katılacak. “Bakarız” dedi. Sanki daha karar vermemiş de, durumu değerlendirecek! Ama genellikle böyle konuşur. Hafta içinde İstanbul’daki duruşmasından o güne kadar döneceğini ekledi. Hatta, ne anlatacağına ilişkin iki cümle de söyledi.

Bu yazı da böylece bir duyuruya dönüşerek sonlanmış oldu.