Giden Geri Gelmez

Geçen yüzyılın başlarında, haydi ondan önceki uzun dönemleri hesaba katmayalım, özellikle süresi çok uzun, daha da kötüsü, belirsiz olan şanlı askerlik ödevi için yerinden yurdundan ayrılan erkekler için böyle derlermiş. Demek, biraz kinayeli, “ne zaman döneceği belli olmaz” anlamında... Git gide küçülüp kabuğuna çekilme sürecine girmiş imparatorluğun geniş bir coğrafyaya yayılan uzak sınırlarına doğru giden erkekler, çok gecikerek dönmek bile değil, hiç dönmemeye başladıkça, buradaki “giden” sözcüğü “ölen” anlamında kullanılır olmuş herhalde.

Ayrıca, anlam açısından ortaya çıkan bu evrimin dışında, ölenin bir daha görülemeyeceğini, onunla bir daha birlikte olunamayacağını anlatmak için de söylenmiştir artık iyice unutulmaya yüz tutmuş Demirel’in kendisi kadar unutulmaya başlamış totolojik söylemlerine benzese da hâlâ söylenir: Ölen geri gelmez.

Peki, tek tek ya da topluca insanlar için geçerli olan bu ölünce bir daha geri gelmemek gerçekliği mi bahtsızlığı mı, her neyse, kurumlar, siyasal rejimler, toplumsal düzenler için geçerli değil midir? Toplumsal hayatın evrimine ilişkin kavrayışımızın, zaman zaman yavaşlamak ya da duraklamaya yüz tutmakla birlikte hep ileriye doğru dönen bir “tarihin tekerleği” metaforuna uygunluk gösterdiği yahut bizim çoğunlukla öyle bir izlenim edindiğimiz dönemlerde, bu soruya genellikle olumlu yanıt verirdik. Şimdiyse, geri gelenin gitmiş yahut ölmüş sanılana ne kadar benzediği sorusu bir yana, aynı olumlu yanıtı veremiyoruz.

Ama, orası ayrı, nesnel olarak geri gelip gelemeyeceği bir kenara bırakıldığında, öznel olarak istenilir bir geri geliş midir sözü edilen? Biz ister miyiz geri dönmesini bozuluşu, gidişi, bitişi ne zamansa artık, ondan önceki durumun, o zamanlar olduğu gibi, o zamanki durumu ve özellikleriyle geri gelmesini ister miyiz?

Neyin geri gelişini isteyip istememekten söz ediyorum? Şu artık muhalifi muvafığı, düşmanı dostu, yaka silkeni alkış tutanı ile önemli bir çoğunluk açısından, bittiği, sona erdiği, nefesini tükettiği, o kadar değilse eğer, böyle anlatılabilecek noktaya bir adım kadar yaklaştığı üzerinde bir görüş birliğinin oluştuğu cumhuriyetin, böyle bir görüş birliği varsa numaralamakta da herhangi bir sakınca yok, birinci cumhuriyetin geri gelişini, yeniden canlanışını ister miyiz? Sadece sözde kaldığı ileri sürülebilir olsa da, kimse “cumhuriyet”ten başka bir şey istemediğine göre, bu yeni cumhuriyetin eskisinin “iyi zamanlarından” farksız olmasına itirazımız yok mudur?

Herhangi bir sistematiğe bağlı kalmadan, bu anlamda rasgele, birtakım yerlere odaklanarak düşünmeye çalışabiliriz.

Diyelim, tarihsel olarak ileri bir adım olduğu tartışmasız anayasa mahkemesinin yaklaşık yarım yüzyıl sürmüş hayatının sonunda ortaya çıkan sicilinde yazılı bulunanlar, onun geçmişinin en iyi dönemindeki gibi sürdürülmesini istemeye yetecek kadar parlak mıdır? Bu yüksek mahkemenin ne kadar sol partiyi, hangi gerekçelerle kesip biçtiğine, emekçilerin örgütlenme özgürlükleriyle ilgili hangi yasalara uygunluk onayı verdiğine, halkın yarattığı kuruluşların haraç mezat satılışlarında nasıl tutumlar takındığına bakmak gerekir.

Yükseği bırakıp öteki mahkemelere, onların kurulma, çalışma ve işleyiş biçimlerine, verdikleri kararlara bakalım. Onların oluşturulmasında, varlığı iddia edilen bağımsızlıklarının korunmasında işlev üstlenmiş üst kurulun siciline göz atalım.

Bitişine üzüntüyle, kaygıyla, geriye gidişe duyulan kızgınlıkla, bunların herhangi biri ya da tümünün etkisiyle bakmakta ortaklaşanların, cumhuriyetin çöküşü karşısında bütün o kurumların ne kadar önleyici ya da durdurucu olabildiklerine aldırış etmeden dile getirebilecekleri, onların ve benzerlerinin restorasyonu yönündeki taleplerinin ciddiye alınması, ahmaklıkla eş tutulabilir. Bu kadarı biraz ağır kaçıyorsa, safdillik demek de mümkündür.

Rasgele bakalım demiştik ya, şu seçim barajı konusuna geçelim. Kimilerinin yaptığı gibi yüzde onluk barajı yediye, yedi buçuğa indirme lütuflarının, yahut başkalarının yaptığı türden, aşabileceğini gözüne kestirip yüzde beşe indirilmesi talebini ileri sürmenin kabul edilebilir bir yanı olabilir mi? Haydi, beylerin lütfedebileceği en düşük baraj yüzde bir olsun, kabul edilebilir mi? Aşağı yukarı yarım milyon insan demektir bu kadar insanın oyu kafadan çöpe atılacak ve bu durum kabul edilebilir mi olacak? On sekiz yaşından büyük yarım milyon insan belli bir kararlılık ve düzenlilikle bir araya gelseler, bu ülkeyi kökünden sallarlar. Onların verecekleri oyları, daha verilmeden çöpe atılmış saymanın, içe sindirilmesi mümkün, herhangi bir gerekçesi olabilir mi?

Ya siyaset yasakları? Bu ülkede, yukarıda adını andığımız bir köşeye atılmış politikacının “camiye, kışlaya, okula siyaset girmez” benzeri bir slogana dönüştürdüğü, iki yüzlülük anıtı bir sözüm ona ilke vardır. Aslında, şuna benzer biçimde anlamak gerekir: Camide, kışlada, okulda siyasetini yürütmezsen, ülkeye söz geçiremezsin, öyle bir konuma ulaşamazsın! Bugünün iktidar koltuklarında oturanların da aynı ilkeden yola çıkarak durmadan tekrarladıkları bir söz var: Üniformanı, yahut cübbeni, çıkar da gel! Başka bir anlatımla, asker ya da sivil kamu görevlisi olarak politika işine katılamazsın o görevlerini ve onların simgesi olan giysilerini çıkar, siyaset sınıfının simgesi olan koyu renk takım elbise/ kravat, tayyör/ceket ve belki de pek yakında isteyen için üstüne sıkmabaş biçimlerinde kurala bağlanmış giysileri giy, gel aramıza, işimizi yapalım! Bu iki yüzlülükleri sürdürecek bir cumhuriyet mi, yoksa toplumsal hayatın değişik alanlarında çalışan yurttaşların, seçildikten sonra, birincil görevlerinin simgesi olan giysileriyle bir araya gelip yasaları yaptıkları ve yasama işlevini tamamladıktan sonra gidip toplumsal üretime asal katkılarını vermeye devam ettikleri bir cumhuriyet mi?

Bu tür soruları sormadan, sorup da yanıtları konusunda yeterli zihin açıklığına kavuşmadan ne cumhuriyetin çöküşüne üzülüp öfkelenmenin ne de gereğini yapmaktan söz etmenin anlamı olabilir.

Üstelik, emek güçleriyle yaşamaya çalışıp da sürünenlerin durumlarından, birbirlerinin boğazına sarılmanın eşiğine getirilmiş halklardan, ülkenin uluslararası düzeydeki hem tehlikeli hem onur kırıcı konumlanışlarından ve bütün bunların son sekiz yılda birdenbire ortaya çıkmamış oluşundan da hiç söz etmedik.

Yapılması gerekenin bir restorasyon işi olmadığı ortadadır. Yıkılmış ya da yıkılmak üzere olan bir yapının eski, özgün biçimine bakılarak, ona benzetilerek yeniden ayağa kaldırılması değildir gündemde olan böyle söylendiğinde fazla iddialı görünüyorsa, gündeme alınması gereken, diyelim. Yapmamız gereken, yeni bir yapı kurmaktır. Bunu yaparken eskisine ağıt yakmak, ağıtlar eşliğinde yapı kurmaya çabalamak, kurulacak olanın güzelliğini olumsuz etkilemesi bir yana, dışarıdan bakıldığında, işin gerçekleştirilebileceğine yönelik umutları da sarsar. Yapı kurmaya eşlik etmesi gereken, coşkulu, sevinçli türkülerdir. Eski yapıya bakıp durmanın ise gereği yoktur o zaten hepimizin belleğinde bir biçimde yer etmiş durumdadır. Neyi, nasıl yapmak gerektiğinden çok neyi, nasıl yapmamak gerektiğini gösterir. O yüzden, büsbütün unutulması, sakıncalı hiç akıldan çıkarılmaması, daha da sakıncalıdır.