Gecikmiş Bir 27 Mayıs Yazısı

Yıldönümüne göre düşünüldüğünde, gecikmiş bir yazı gerçekten. Geçen hafta ya da ondan önceki hafta yazılmalıydı. Gecikme için gösterebileceğim bir neden yok.

Gecikmiş olmasına aldırmadan yazmamın nedeni ise 29 Mayıs tarihli haftalık soL dergisinin konu ile ilgili dosyası. Oradaki yazıların etkili olduğunu söyleyebilirim. Önce, o yazılara ilişkin bir not: Bana sorulursa, her biri tek başına bir tür eksiklik duygusu yaratıyordu ama, hepsi birden ve belli bir gözle okunduğunda, ortak ve doğru bir bakış açısı ile onun ürünü olan yerinde saptamalar yapıldığı ortaya çıkıyordu.

Öyleyse, "belli olan" o göz hangisidir, hangi gözle bakıp okumalı?

Bir kez, herhangi bir toplumsal olaya bakarken, onu incelemeye çalışırken, başta ya da sonda, ama mutlaka sorulması gereken sorulardan biri şudur: "Kimin işine yaramış (ya da yarıyor)?" Kim sorusuna karşılık ararken, kişilere bakmak da kuşkusuz birtakım ipuçları vermek ve dolayısıyla gerekli olmakla birlikte, aslolan hangi toplumsal sınıflara yarar sağlamış bir olgu ile karşı karşıya bulunulduğunun anlaşılmasıdır.

İkincisi, önceki soru, olayın ortaya çıkışı sırasında sahnedeki önemli oyuncular tarafından yanıtlanmamış ya da karartılmış yahut nesnel olarak kapalı kalmış olabilir. O zaman, "Sonuçları itibariyle kimin işine yaramış?" sorusu aydınlatıcı olabilir. Elbette, açıcı ek sorular arasında, "Emekçi sınıflara yaramış mı?", "Emekçi sınıflara yararı mı zararı mı fazla olmuş?" türünden sorular da akla gelebilir.

Üçüncüsü, bu yazıda söz konusu edilen somut olayın özelliklerinden biri düşünüldüğünde, şu bakımdan da yeterli bir zihin açıklığı şarttır: Günah listesinin herhangi bir yerinde "darbe" yazan birine devrimci denebilir mi? Başka türlü sorulursa, sabahtan akşama darbe ve darbeci sövgüsü ile uğraşan bir insanın devrimcilik iddiası ciddiye alınabilir mi? Bu sorulara olumlu yanıt verebilmek, ancak, kelle hesabını şaşmaz bir ölçüt olarak devrim tanımına içermekle mümkündür.

Böyle bakıldığında, 27 Mayıs'ın ülkenin toplumsal ve siyasal hayatında önemli bir ilerleme sağladığı emekçi sınıfların sömürüye karşı direnmeyi ve sömürüyü ortadan kaldırmayı amaçlayan mücadelelerine ön açıcı, kolaylaştırıcı, engelleri azaltıcı türünden nitelemelere uygun etkilerde bulunduğu, apaçık ortadadır. Dolayısıyla, sömürücü sınıflar ve onların siyasal temsilcileri açısından kötü, olumsuz, lanetlenmesi gereken bir darbe olan 27 Mayıs, sömürülen sınıflar açısından olumlu bir gelişmedir, tarihin ilerleyişinde daha çok emekçilere yaramış bir uğraktır, takvime göre söylendiğinde ise, iyilikle anılması gereken bir gündür.

Bir kez daha haftalık soL'un dosyasına dönecek olursak, oradakilere ek olarak bir iki noktaya değinip bitirebiliriz.

Onlardan biri, Demokrat Parti zorbalığının bugünkü sürdürücülerinin hâlâ dile getirdikleri demokrasinin gelişmekte olduğu, 27 Mayıs ile bu gelişimin sekteye uğratıldığı yollu safsatalardır. Demokrat Parti'nin kuruluşundan sonra sol kökenli ya da sol ile bağlantılı birtakım siyasetçilerin yanı sıra bu partinin kendi sınıfsal tabanı içinde sayılamayacak bir yığın emekçinin, emekçi nitelikli aydınların da desteğini aldığı, daha doğrusu, onların desteğini kazanmaya yönelik özel bir çabası olmadan bu kesimlerce desteklendiği, olgusal olarak doğrudur. Ama DP iktidarı, çok kısa bir süre içinde, yerini aldığı CHP hükümetlerinden, başka özellikleri bir yana, şiddeti açısından farksız bir zorbalığa ve git gide tam bir istibdat rejimine dönüşünce, adı geçen kesimlerin desteği de muhalefete dönüşmüştür. DP hükümetinin daha başlangıç döneminde o zamanın TKP'sine yönelik 1951 Tevkifatı ve ardından ceza yasasının ünlü 141 ve 142'ci maddelerinde yapılan ağırlaştırıcı değişiklikler, bunun ilk habercileri arasında sayılabilir. DP dönemi, demokrasinin kolayca diktatörlüğe dönüşebildiğini, hatta bu dönüşümün toplumun çoğunluğu herhangi bir değişiklik fark etmeden gerçekleşebildiğini, dolayısıyla burjuva demokrasisi ile diktatörlüğünün aynı madalyonun iki yüzü olduğunu gösteren bir örnektir. Bu dönemin demokrasisi konusunda araştırma zahmetine girmeden üçbeş satır okumak isteyenler için sosyalistkultur.org sitesindeki "Bir Diktatorya Örneği: Demokrat Parti" başlıklı ve Selim Aydonat imzalı yazıdaki pek kısa özet uygundur.

Geçmeden, Demokrat Parti'nin iktidara gelişi sırasında halktan aldığı destek bir efsane gibi anlatılıp dururken, oldukça ağır baskı koşullarında yapılmış 1957 genel seçim sonuçlarından tutalım daha sonraki aydın muhalefetine ve 1960 yılında kitleselleşen üniversite gençliğinin direnişine kadar birçok göstergesi bulunan halk muhalefetinin göz ardı edilmesine de dikkat çekmek gerekir.

Bir de, bu yazının konusu açıldığında hep ve haklı olarak gündeme gelen "şanlı ordumuz"un durumu var. Beni bu yazıyı yazmaya zorladığını belirttiğim dosyadaki bir yazıda Metin Çulhaoğlu şöyle diyor: "Elinde filesiyle ucuzcu pazarlardan evine patlıcan, domates, biber taşıyan üniformalı subaylardan oluşan, Adnan Menderes'in garibanlığına bakıp 'Battal Gazi Ordusu' adını taktığı, henüz tekelci sermaye birikimi süreçlerine dahil olmamış, Kore'ye ve NATO'ya rağmen halkçı sağduyuya sahip kurmayları da barındıran 1950'lerin ordusunu, günümüzün askeri çevreleri ile karıştırmamak gerekir."

İsteyen, aşağıda anlatacağımı okuduğunda, "Balzac'tan öğrendiklerim, çağdaşı olan tarihçilerden, istatistikçilerden, iktisatçılardan öğrendiklerimden çok daha fazladır" anlamında satırlar yazmış Engels'i hatırlayabilir. Burada dile getirilenin sadece roman kahramanları ile sınırlı olmadığı, gerçek hayattaki sıradan kahramanların da benzer bir öğreticilik işlevi görebileceği kaydıyla eklemiş olalım.

Çok yakınım olan bir insandan dinlemişimdir. Yetmişli yılların ortalarına doğru emekli olup köşesine çekildikten sonra, akranı ve dostu, ama kendisi gibi sivil değil rütbeli bir askeri memur olan bacanağını kast ederek anlatırdı: "Evladım, bizim bacanağı görüyorsun, eskiden hepimiz aynı durumdaydık, 27 Mayıs'tan sonra onlar aldı yürüdü, biz yerimizde saydık." Bu gözlemi yaparak oradan kaynaklanan yıkıcı sonuca ulaşanın, ölünceye kadar cumhuriyetçi kalmış ve 27 Mayıs hükümetlerinden birinin çağrısı üzerine kendisinin ve hiç de gönüllü görünmeyen karısının parmağındaki altın nikah yüzüklerini çıkartıp devlete bağışlayacak kadar 27 Mayısçı biri olduğunu da belirtelim ki, yanlış yorumlara yol açılmasın.

Tekrardan zarar gelmez: 27 Mayıs yaklaşırken Türkiye daha yedi sekiz yıllık, üstelik de bin türlü naz ve niyaz ile kabul edilmiş bir NATO üyesiydi ordusunun ABD ile ilişkileri de henüz başlangıç aşamasındaydı. Şimdiyse, NATO'nun kıdemli ve önemli bir üyesi konumunda bulunan bir ülkemiz ve o örgütün tartışılmaz patronunun devasa ordusu ile uzun bir geçmişe ve derinliğe sahip ilişkiler kurmuş bir ordumuz var. Az önce anılan hayalleri yıkılmış 27 Mayısçı cumhuriyet yetiştirmesinin gözlediği ekonomik etkenlere bu siyasal ve askeri etkenler ile hepsiyle bağlantılı, ama ağırlığı hiçbirinden az olmayan ideolojik etkenleri de katmak gerekiyor elbette.

Son bir söz de şu olsun: Yine aynı haftalık soL dosyasının bir sayfasında, çerçeve içinde bir yazı vardı. Portekiz'deki "Karanfil Devrimi"ne göndermede bulunuyor ve şu başlığı atıyordu: "Güçlü bir komünist parti fark yaratır."

Bugünün gençlerinin çokça kullandıkları deyişle, "İşte budur!"

Yine de ben biraz devam ettireyim: Gücü ne kadar fazla ise fark da o kadar büyük olur. O gücün sıfıra yaklaştığı durumlar, onları yaşayan ülkeler ve toplumlar açısından olabilecek en büyük talihsizlikler arasındadır. Bu şans, talih, kısmet türü sözler ağız alışkanlığı ile sık sık söylenir. O talihin gökyüzünden inmediği, yeryüzünde insan eliyle yaratıldığı unutulmadıkça bu alışkanlığın bir sakıncası yoktur.