Ezik Notlar

Niye ezik oluyor, ya da, neden notlardan ibaret olduğu sonuna gelindiğinde anlaşılacak da, “ezik” nitelemesi nereden çıkıyor? Bu soruyla başlamaktan başka çare yok.

Roman eleştirisi yazma niyetimin olmadığını en baştan açıkça belirtmekle birlikte, bu yazının esin kaynağının bir roman olduğunu söylemek durumundayım. Söz konusu romanın yazarı, bizim mektepten, üstelik bizim dönemden. Hayır, arkadaşımdır, tanışırız, şunlar şunları yapar ederdik, diyecek halim yok öyle değil çünkü. Herhangi bir arkadaşlığımız olmadı ancak, kendisiyle aynı adı taşıyan, aynı bölümden, bizim fikir kulübü üyesi ve sevdiğim bir arkadaşımla yakın tanışıklığı vardır, oradan da bilirim. “Oradan da” bildiğime göre, ayrıca, romancılığından biliyorum ve başka bir ya da birden çok vesileyle de bilirim, demektir. Onlara girersek, bu yazı büsbütün bir “kahve sohbeti”ne dönüşür. Onu yapmayalım.

Bununla birlikte, bu “kahve sohbeti” deyişinin kahve içilirken yapılan sohbet anlamına gelmediğini kahvehane, daha doğrusu “kıraathane” denilen yerlerdeki sohbeti anlatmak için kullanıldığını “kıraat”ın okuma anlamına geldiğini, öyle anılan yerlerde genellikle gazetelerin okunduğunu, ama başka okumaların da yapılabildiğini ayrıca, altmışlı ve yetmişli yıllarda, seçim çalışmaları sırasında halkla yüz yüze gelerek karşılıklı konuşma yoluyla etkili propaganda yapmak amacıyla böyle kıraathanelerin kiralandığını ekleyebilirim. Neyse ki, hem belleğim elvermediğinden hem de o zamanki ekmeğimi kazanma zorunluluğunun getirdiği kısıtlar yüzünden, daha fazlasını anlatmaya girişemem. Ama, bu satırlardan etkilenerek o kahve toplantılarını merak edenlere, neler konuşulduğunun eğlenceli, mukallit öykülerini dinlemek için Metin Çulhaoğlu’nu bir biçimde kandırmalarını önerebilirim. Böylece, hem sıkılmadan bilgi edinirler hem de o zamanlar oralarda yapılanlara ilişkin serinkanlı değerlendirmelere girişebilirler.

Tam da “kıraathane sohbeti”ne dönüştü neredeyse, neden yazmaya başladığımı ve söze nereden girdiğimi unutmak üzereyim!

Adını hâlâ yazmamış olsam da söz etmeye çalıştığım romancı, Mehmet Eroğlu roman ise “Fay Kırığı” üst başlığını vererek şimdiye kadar ikisini yayımladığı “üçlemesi”nin ilk iki romanı olan Mehmet ve Emine. Orada, aşağı yukarı yaşamakta olduğumuz günlerde geçen birtakım öykülerle onların kahramanları olan insanlar anlatılıyor ve emekçi sol hareket ile halkçı/devrimci damarlar barındıran bir İslamcı hareketin birlikte mücadele etmesi gündeme getiriliyor. Romanla ilgili olarak diyeceklerim bu kadar isteyen, kitapları okuyabilir.

Asıl konuya gelince, romancı Eroğlu’nun ne kadar onun içinde sayılabileceği ve kendisini öyle görüp görmediği bir yana, sosyalist hareket içinde siyasal İslamın bir bölümü ile birlikte davranabilme ya da İslam dininin belli bir titizlikle ayırt edilmiş yaklaşımlarından yararlanabilme, bu amaçla ona ilişkin söylem ve tutumlarda dikkatli davranma eğilimlerinin temelinde böyle bir eksiklik, dileyen bu yazının başlığında olduğu gibi eziklik de diyebilir, saptamasının bulunduğunu sanıyorum.

Eksiklik ya da eziklik, hangisi seçilirse, bu saptamanın haksız olduğu, hoyratça yakıştırıldığı, gerçeklikle bağdaşmadığı söylenemez. Türkiye sosyalist hareketinin, birinci Türkiye İşçi Partisi ile DevGenç-DevYol çizgisi bir yana bırakılırsa, tarihinin hiçbir döneminde kayda değer bir toplumsallaşma/kitleselleşme düzeyine ulaşamadığını açıkça kabul etmek durumunda olduğumuz ileri sürülebilir. Bunlardan ilkinin önce sempatizanı, sonra militanı ve 12 Mart rejimi tarafından kapatıldığında yönetimini elinde bulunduran hizbinin sıradan bir üyesi olmuş, ikincisinin ise hep muhalifi kalmış bir kimse olarak bu cümleyi yazdığımı da eklemeliyim.

Bununla birlikte, eksiklik yahut eziklik, hangisini hissedersek hissedelim ve nasıl dile getirirsek getirelim, asıl önemli olan, bu saptama ve sonuç olarak kapıldığımız duygu değil, düşünsel planda ve eylemlerimizde ne tür yansımaların ortaya çıktığıdır. Bana kalırsa, dine bakış ve dinsel akımlara yaklaşım konusu, bir bölümüyle, bununla ilgilidir siyasal İslamın önce bu etiketi takınmadan çeşitli düzen siyasetleri içinde, sonra açık açık, adlı adınca ulaştığı kitlesellik karşısında bu sözcüklerle anlatılabilecek eksiklenmeye, hatta hayıflanmaya kapılmakta çok da şaşılacak bir yan yoktur. Dolayısıyla bu, hemen, hiç önünü ardını irdelemeden, çeşitli yaftalarla ya da daha az basmakalıp tutumlarla bir kenara itiliverecek bir konu, hatta daha ciddiye alarak, sorun değildir diyebiliriz.

Öte yandan, başka coğrafyalarda ve bundan önceki dönemlerde de, devrimci akımlar ve örgütler içinde, ezilen, sömürülen geniş halk yığınları arasında yaygınlık kazanmış dinsel etkilenmelere ve bunların üzerinde yükselebilen düzen dışı siyasal hareketlere olumlu, en azından düşmanca olmayan bakışların ortaya çıkabildiğini buralardan yola çıkılarak, sonuçlarının kalıcılığı hangi düzeyde olursa olsun, birtakım pratiklerin gerçekleştirilebildiğini biliyoruz.

Bu yazıyı kışkırttığını başta belirttiğim romanı okumuş olanların ya da okuyacakların kapılabilecekleri bir yanlış anlamanın önüne geçebilmek için hemen eklemeliyim: Sözgelimi, geçmişte Latin Amerika’da örnekleri görülenlere benzer ortaklaşmaların ülkemizde gerçek olması, yakın bir olasılık gibi görünmüyor. Hemen akla gelen bir güncel neden olarak şu söylenebilir: Ülkemizde siyasal İslam, çok uzun süredir, ’60-’80 dönemi bir ölçüde bir yana bırakılırsa, en azından ellili yıllardan ve özellikle de 12 Eylül 1980’den bugüne egemen sınıfların hep yanında, desteğinde, kullanımında olmuş şimdi de Türkiye kapitalizminin bir bakıma güvencesi durumuna gelmiştir, hiç değilse, güvenceler arasında ondan şu anda daha göz doldurucu olan yoktur.

Siyasal İslam diye geniş bir başlık altında toplayıverdiğimiz kalabalığın ne kadar parçalı olduğu konusunda gözlemlere dayalı olarak az çok bir fikrimiz olmakla birlikte, bu parçalılığın nicel özellikleri ve nitelik açısından anlamlı bir farklılık gösterip göstermediği konusundaki bilgilerimiz sınırlıdır. Burada özneyi değiştirerek yazmalıyım: Benim bilgilerimin daha çok söz söylemek ve daha kesin değerlendirmelere ulaşmak bakımından sınırlı olduğunu belirtmek durumundayım. Ama, devrimci sosyalist hareketin, önce geçmişteki kayda değer başarılarına yaklaşacak, sonra da onları hızla aşacak bir kitleselleşme düzeyine ulaşabilmesi bakımından, bu sorunu ele almakta hiçbir sakınca olmadığı gibi, sakınca ne söz, gereklilik vardır.

Yeter ki, bir iki yerine uyarı işaretleri düşülmesi gerekmekle birlikte, Lenin’in daha 1905 yılında kâğıda döktüğü şu zihin açıklığından uzaklaşılmasın: “(…) din sorununu sınıf mücadelesinden ayrı olarak, ‘akıl’ açısından tartışmak gibi soyut ve idealistçe bir yanılgıya hiçbir durumda düşmemeliyiz. İşçi sınıfı kitlelerinin sonu olmayan ezilişine ve aptallaştırılmasına dayanan bir toplumda, dinsel önyargıların salt telkin yoluyla yok edilebileceğini düşünmek saçmadır. İnsanlık üzerindeki dinsel boyunduruğun yalnızca toplumdaki iktisadi boyunduruğun bir ürünü ve yansıması olduğunu unutmak, burjuva dar kafalılığı olur. Proletarya, kapitalizmin karanlık güçlerine karşı verdiği kendi mücadelesi tarafından aydınlatılmamışsa, hiçbir kitap ya da öğüt aydınlatamaz onu. (…) Her zaman bilimsel bir görüş aşılayacağız, ‘Hristiyanlar’ın tutarsızlığı ile savaşmamız için gereklidir bu ama din sorununa hak etmediği bir önem verilmesi gerektiği, bütün siyasal önemlerini hızla yitiren ve iktisadi gelişme sayesinde hızla hurda yığınına atılan önemsiz görüşler ya da deli saçmaları uğruna, gerçekten devrimci iktisadi ve siyasal mücadelenin güçlerinin bölünmesine razı olmamız gerektiği anlamına gelmez.”

Burada kesiyorum. Bu konunun, yanlış anlaşılmasın, kıraathanelerdi şuydu buydu araçların değil, devrimci sosyalist hareketin toplumsallaşması/kitleselleşmesi sorununun, çok önemli olduğu kanısındayım. Çok önemli demek, yetmiyor pek çok konudan, başlıktan, sorundan daha önemli desek, belki biraz daha yeterli olabilir.

Madem çok önemli niye kesiyorum, sorusunun cevabı ne olabilir peki? Herhalde, yerimiz kalmadı falan diyecek değilim, o kadar uzatmış değiliz ayrıca, buralarda yazmak, basılı yayınlarda yazmaya benzemiyor, oralardakine benzer katı sınırlamalar yok. Öyleyse, şu anda bütün önemli boyutları üzerinde düşünmeye olmasa bile, yazmaya hazır değilim, cevap budur. İleride, ileride dediysek, çok da geciktirmeden, buraya dönebileceğimi umuyorum. Bununla birlikte, dönemesem de, bu konunun üzerinde en zorlu zihinsel emeği harcamaya değecek kadar önemli olduğunu sanıyorum dolayısıyla, benim bir katkım olamasa da, herkese bu konuda yeterince, belki de kolay kolay yeterlilik önergesi vermemecesine, düşünüp tartışmayı öneriyorum.